SÜHEYL BATUM
Geçtiğimiz pazar, Ahmet Taner Kışlalı’nın anısına düzenlenen bir toplantıya katıldım. Eve döndükten sonra düşündüm. Kışlalı, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Ümit Kaftancıoğlu, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi aydınlar, gazeteciler, bugün de var. Ama sayıları azaldı, gazeteleri, televizyonları; seslerini duyurma olanakları azaldı. Belki de bilinçli olarak azaltıldı!.. Örneğin televizyonları kapatıldı ya da arkadaşlara satılma yoluyla değiştirildi ya da korkutuldu, baskı altına alındı.
İlginç günlerdeyiz. Her şey birbiri ardına geliyor. Birini “hazmederken” diğeri geliyor. Ermeni açılımı yapılıyor. İki ülkenin bakanları protokol imzalıyor. Ama sanki Osmanlı’yı yeniden yaşıyoruz. İmza atan iki bakanın arkasında Düvel-i Muazzama’nın temsilcileri. İki bakan konuşma bile yapmıyor. Yapmalarına izin verilmiyor. İki ay boyunca içeriği olmayan bir “Kürt açılımı” izliyoruz.
Sonunda Başbakan’ı dinliyoruz, “PKK’lıların Öcalan’ın talimatı ile geldiği yalandır, devletin açılımı ile geldiler” diyor. İki saat sonra “gelenlerin tümü” ve Baro Başkanı televizyonlara açıklama yapıyor; “Öcalan talimatıyla” diyorlar.
***
Bu arada da yüzde 80-90’ı iktidarın güdümünde olan televizyonları izliyoruz. Ve hep aynı kişileri.
Hani, bir bölümü korku ve baskı nedeniyle, kimi yandaş olduklarından, kimi cahilliklerinden dolayı hep aynı şeyleri söyleyen bazı aydınları(!) ya da gazetecileri(!). Bunlardan biri “Kürt açılımının içini bilmese bile herkesin katılması gerektiğini” anlatıyor.
Bir diğeri, devlet televizyonunda, “ABD Başkanı Obama’nın Türkiye’deki kürt kökenli vatandaşların durumunun 1960’lardaki zencilerin durumuna benzediğini, ama yine de silah kullanmamaları gerektiğini” söylediğini anlatıyor. Ve “gördünüz mü Obama durumu ne güzel anlamış ve bu nedenle PKK’ya karşı çıkıyor” diye ekliyor. Bu söylediğini ağzınız açık dinliyorsunuz.
Bu arada bir başkası “Azerbaycan’ın zaten bizim dostumuz olmadığını” söylüyor. Bir diğeri 29 ay, 13 ay ve 10 aydır ne ile suçlandıklarını bilmeden yatan aydınlar, gazeteciler için “bunlar Ergenekon’cu, o nedenle usul hatası yapılabilir” diyor.
Bir diğeri, “ne iki devlet, tek milleti imiş, bu nereden çıktı” diye soruyor. Biri “bizim ekonomik, toplumsal, siyasal sorunlarımızı Ermeni diasporası çözecek” derken, bir diğeri “AKP ne güzel anayasa yapıyordu, vesayetçi seçkinler engelledi” diyor.
Ve bizler nasıl olup da Türkiye’nin inanılmaz bir “beyin yıkama ve çarpıtma” operasyonuna teslim olduğunu, görsel medyanın neredeyse yüzde doksanının bu “sanal dünyanın” yaratılmasında nasıl olup da yer aldığını ve bu “akıl tutulmasından”, bu “bilgisizlik, yanıltma” ortamından nasıl kurtulabileceğimizi düşünüyoruz.
***
Düşünürken, elime yeni bir kitap geçti; Orhan Karaveli’nin Ali Kemal adlı kitabı. Kitap İlhan Selçuk’un 2001’de Cumhuriyet’te yazdığı bir yazı ile başlıyor; “Ali Kemal’i tanır mısınız?” diye başlayan yazısı ile. O yazının sonu şöyle; “Hem bu kadar Ali Kemal nereden çıktı?..
Ali Kemal bugün gözlerini açıp bizleri görse (içinde yaşadığımız durumu görse), şaşıp kalırdı!..”
Sayın Karaveli’nin kitabı Kurtuluş Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki Ali Kemal’i ve onun gibileri anlatıyor. Kurtuluş Savaşı’ndaki “mütareke basınını” yani “işbirlikçi basını” okuyorsunuz.
Refii Cevat’ları, Refik Halit’leri, Ömer Feyzi Efendi’leri, Kadızade Hulusi Efendi’leri, Ali Sami Bey’leri okuyor; işgal, Kurtuluş Savaşı, arkada Düvel-i Muazzama temsilcileri, önlerinde Osmanlı temsilcisi varken imzalanan Sevr hakkındaki değerlendirmelerini görüyorsunuz. Mustafa Kemal’e, Cumhuriyet’e bakışlarını okuyorsunuz. Ve tek bir sonuca varıyorsunuz; “demek ki bu günler de geçer”. Ve emin olun geçecek de.
Ali Kemal,Kuvayı Milliye’nin en ateşli düşmanıydı.
Bakalım cinsiyet ayırımı da yapmadan okuduğunuzda bugünkülerden hangilerine benzeteceksiniz?
Mütareke basınının önde gelenlerinden Peyâm-ı Sabah Gazetesi de, Kuvayi Milliye’ye yapılan hakaretlere geniş yer ayırıyordu. Bu gazetede, Kuvayi Milliye iyice ortaya çıkıp, tanındıktan sonra bile, sözde “Türk Teâli (Yükseltme) Cemiyeti” nin “Vatandaşlara Bildiri” adı altında yayınladığı yazıda ağır hakaretler yer almaya devam ediyordu:
“Millî Teşkilâta aldanmayınız.
(...)
Şimdiye kadar Türk olmadıkları halde Türk Milleti’nin başına geçerek, kendilerini öz Türk gösteren ve Türk’ün malını, canını, ırzını yok eden, çocukları öksüz, kadınları dul, evleri yoksul bırakan, bunu kendisine iş ve güç edinerek çeşitli ad ve unvanlar takınarak ortaya çıkan ve her gün Türkler’i aldatan hainlere aldanmayınız.
Türk Milleti böyle korkunç kara çok kara günler görmüş geçirmiştir. Böyle günlerde, peygamber postunda oturan ulu padişahlarının taç ve tahtı etrafında güçlü olarak toplanmış ve kendilerini esenliğe çıkarmıştır. Şu zamanlarda tarihten ibret alalım. Süslü ve yaldızlı sözlerle ortalığı velveleye veren, Arnavut’u Türk’ten, Kürt’ü Türk’ten ve arada kalan Çerkez’i bu defa Türk’ten ayırmaya çalışan ve bugünkü durumun oluşumuna neden olan Kuvayi Milliye adıyla çıkar sağlayan ve Moskof elindeki Bolşeviklik kafasını taşıyanlar gibi yersiz yurtsuz serserileri, eski zamanlarda padişahlarımız birer birer tepelediler ve milletin gayretine güvenerek milleti kurtardılar. (...)
Ey Türk ve Müslüman kardaş! Seni aldatmak isteyene, hamiyetten, milliyetten, dinden söz edene sor, necisin? Çiftin, çubuğun, öküzün, tarlan var mı? Nerelisin? Hangi köydensin? Anlarsın ki bunlar, şeytan gibi kovulmuş ve seni de ülkeden kovdurtmaya, öldürtmeye ve en sonunda malını, paranı soymaya gelmiş, yersiz yurtsuz Türk olmayan yabancılardır.(...) Bilmeyerek şu toprağa ihanet etme, hilâfet ve saltanata bağlanmaktan ayrılma.”
“İşgalcinin merhametine sığınarak” devlet yönettiğini sanan Vali İzzet gibileri için, Atatürk, “...Yüreksizlerin, yabancı hayranlarının, umutsuzların ve korkakların Anadolu’nun bağrında yeri yoktur” diyordu. 1927’de de ulusu şöyle uyaracaktı:
“...Sırası gelmişken, saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki: Bağrında yetiştirerek, başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemek dikkatinden, bir an vazgeçmesin!”
Kuvayı Milliye’nin en ateşli düşmanı Peyâm-ı Sabah Gazetesi’nin başyazarı hain Ali Kemal, İzmit’te linç edilerek öldürülmüştü.