Bir mahşer yaklaşıyor.
Bilimkurgu filmlerinde olduğu gibi “çok büyük” bir şeyin dünyamıza ve hayatımıza yaklaştığını görüyoruz.
Ne olduğunu tam da kavrayamadığımız bu esrarengiz gelecek bizi korkutuyor.
Korkmakta da haklıyız.
Cennet ve cehennem bir arada üstümüze doğru geliyor çünkü.
Kurtulma şansımız yok.
Bunlardan birine gireceğiz çok yakında.
Düşünebilen, yaratabilen, yeni fikirler oluşturan, yaklaşmakta olanın “özünü” kavrayabilen, yeni tasarımlarla ve yeni yaklaşımlarla hayatı çoğaltabilenler cennete girecek.
Para, özgürlük, şöhret, zevk, başarı var onlar için.
Yeterli zihinsel donanıma sahip olmayan, yaşananın “özünü” kavrayamayan, yeni düşünceler üretemeyen, zihinsel yeteneklerini keskinleştiremeyen, yaratıcılığını geliştiremeyenler için cehennemin kapısı açılacak.
Fiziksel gücün anlamsızlaştığı, zihinsel berraklığın tek değer olduğu bir çağ bu.
Büyük bir imkan ve büyük bir tehlike.
Bu noktada “ulusalcılara” hak veriyorum.
Zihinsel yeteneklerini geliştirememiş, düşünmeye alışmamış, sadece kendilerine ezberletilen kalıplarla hayatı kavramaya uğraşan, entelektüel derinlikten yoksun milyonlarca insan ne olacak?
O insanların geleceği reddederek hatta geleceği lanetleyerek geçmişin içine saklanmaya çalışması fevkalade anlaşılabilir bir refleks.
Kendilerine çarpacak “mahşerden” dinlerine, ırklarına, uluslarına sığınarak kurtulmaya çabalıyorlar.
Doğuştan sahip olduğun dininle, ırkınla, ulusunla övünmek, kendini sırf bunlara sahip olduğun için güçlü ve ayrıcalıklı hissetmek, bu insanlar için şu anda varolan tek sığınak.
Onlar da o sığınağa girmeye çalışıyorlar.
Genel olarak “ulusalcılık” adı verilen bu refleksi anlıyorum.
Hak da veriyorum.
Ama bir sorun var.
Geçmişe sığınmaya çalışmak, geleceğin ilerlemesini ve yaklaşmasını önlemiyor.
“Gelecek” yakında geçmişin bütün sığınaklarını parçalayacak.
Peki, o zaman, ellerindeki çok değerli zamanı, yaklaşmakta olan geleceğe hazırlanmak için değil de o geleceği reddetmek için harcayanlar ne yapacak?
Özellikle genç insanlar...
Bugün 20 yaşındaki bir Türk ya da Kürt çocuğun rakibi artık aynı yaşlardaki Türk ve Kürt çocukları değil.
Yaklaşan “yeni çağda” onların rakipleri dünyanın her yanındaki 20 yaşındaki çocuklar ve o çocukların bir kısmı iyi üniversitelerde okuyup zihinsel becerilerini geliştiriyorlar, entelektüel derinliklerine b ir şeyler katmaya çalışıyorlar.
Harward’da, Oksford’da, Sorbon’da, Heidelberg’de okuyan o çocuklarla, kötü üniversitelere giden, sadece ezbere dayanan bir eğitim gören, düşünce yetenekleri iğdiş edilen bu toprakların çocukları nasıl rekabet edecek?
Ulusların sınırları arkasına saklanıp “buraya yabancılar giremez” diyerek kendilerini rekabetten koruyamayacaklar, çünkü ulusların sınırları çoktan parçalandı... Ulusalcı olmak, hayatın gerçeğini değiştirmiyor, insanları rekabetten korumaya yetmiyor.
Ellerini attıkları her alanda, karşılarına kendilerinden daha iyi yetişmiş birileri çıkacak.
İş bulmakta, başarılı olmakta, para kazanmakta zorlanacaklar.
Bu, cehennem işte.
Ve, ulusalcıların bundan korkmakta haklı olduklarını düşünüyorum.
Gelecek için hiçbir hazırlıkları yok çünkü.
Hatta, daha da fenası, hazırlanmaya bir niyetleri de yok.
Genç insanlar, kendilerini cehenneme mahkum ediyorlar.
Bana sorarsanız, bu ülkedeki bütün politikacıların, siyasi partilerin, devlet kadrolarının tartışması gereken konu, çocukları yaklaşana bu cehennemden nasıl kurtaracağımız olmalıydı... Onları zihinsel bir rekabete hazırlamanın yollarını aramalıydık.
Bunu yapmıyoruz.
Ucuz, kolay sloganlarla çocuklarımızı büyük bir sürü gibi bir cehenneme doğru götürüyoruz.
Gelecekten korkan ulusalcılara hak veriyorum; zihinsel yeteneklerini geliştirmeyenler, kalıplarla düşünenler için cehennem yaklaşıyor.
Ve, onlar zihinsel tembelliklerini bir türlü kıramıyorlar.
Korkmasınlar da ne yapsınlar...