![]() |
İşte Can Dündar'ın Cumhuriyet'teki o yazısı: Alafranga tuvaletin deliği, konuştukça kötü kokular yayan bir gardiyan ağzı gibi, bu toplama kampının içinde biriken pisliği yayıyor etrafa... Soğuk. Gündüz güneşi bile avluya uğramadan geçiyor; bina öylesine itici... Havalandırmanın ışığı, pencerenin kahverengi parmaklılıklarında parçalanıp soluk gölgeler halinde hücremin zeminine vuruyor. Duyduğu tüm sesleri büyütüyor: Umudu yitirirsen, kapana kıstırılmış bir sıçan gibi içine kapanıp orada ufalanman işten bile değil... İyi ki hayal kurmayı öğretmişsin kendine... Havalandırma lambasından ay ışığı, florasan ıslığından yavuklu soluğu yapmayı biliyorsun. Asıl saray burası işte... İçinde haram yok. Değerli Yalnızlık “Tutuklu ve hükümlülerin dikkatine... Sabah sayımı yapılacaktır, sayım düzeni alınız.” Az sonra bir infaz koruma mangası gelip kaçıp kaçmadığımı kontrol ediyor. Gayet kibarlar... Avluya açılan kapıyı açıp “Allah kurtarsın” diyerek gidiyorlar. Şimdi oda büyüklüğündeki havalandırmada, 9 adıma 5 adımlık gökyüzünün altında volta atabilirsin. 24 saat hücremizde tek başımızayız. Erdem, hemen yanımdaki hücrede yatıyor. Kapısı kol mesafesinde.. Ama görüşmemiz yasak. Tecrit o kadar sıkı ki avukat görüşüne giderken bile, karşılaşmayalım diye önce birimizi içeri alıp sonra diğerimizi götürüyorlar. Dar koridora açılan demir kapının üstünde cep telefonu büyüklüğünde bir gözetleme deliği var. Ayak parmaklarının üzerinde yükselip birkaç saniye el sallamak mümkün oluyor ancak... Gardiyanlarımız ve avukatlarımız dışında kimseyi görmememiz isteniyor anlaşılan. Peşinen cezalandırma... Okuduğum tutsak hatıralarını geçiriyorum aklımdan: Hiçbirinde böyle ağır bir tecritten bahsedildiğini hatırlamıyorum. Belki Guantanamo’da vardır. “Sosyal ortamlara gireceksiniz” diyor. “Değişik organizasyonlar devrede” olacakmış.“Farklı arkadaş grupları hayata bakış açımı genişletecek”miş. Hayata bambaşka bir açıdan bakıyorum. 15 yıl önce F-Tipi cezaevleri inşa edilirken ölüm orucuna yatan devrimci tutsakları anımsıyorum. Bir grup aydınla birlikte Bayrampaşa’ya arabuluculuğa gitmiştik. Son nefesini vermeye hazırlananları yaşamaya ikna etme derdindeydik. Kalabalık koğuşlarda kalıyorlardı. Devlet onları 1-3 kişilik hücrelerde tutmak istiyordu. Direniyorlardı. “Tecrit, yaşarken ölmektir” diyorlardı. O direniş, katliamla bastırıldı. Ve tecrit zindanları açıldı. İnsana dokunmanın, toprağa basmanın, yorgana sarılmanın yasak olduğu tutsakların çıplak pencerelerden sürekli gözetim altında tutulduğu bu toplama kampının beton duvarlarında o direnişin sloganı kazılı adeta: “Tecrit ölümdür!” Tanışma sırasıyla, kalem, kitap ve televizyon... Yazıyor, okuyor, izliyorsun. Yürekli milletvekilleri, cesur avukatlar gelip koluna giriyor. Diriliyorsun. Sıcaklıkları vuruyor zindana, ısınıyorsun. Kapalı görüş günü eşin, oğlun, kalın camın ardından gururlu gözlerle bakıyor, umudun dilinde konuşuyor; tuzla buz oluyor cam, hasretin hararetinden; canlanıyorsun. Ve ekmeğin geldiği bölme yeniden açıldığında “Can Dündar”... Mektubun var”müjdesini işitiyorsun. Yok, telefon faturası filan değil... Mektupsuz geçmiş yılların acısını çıkarırcasına, onlarca mektup yığılıyor odaya... Onlarca sarıyor, kucaklıyor, öpüyor seni... Her gelen dost, yazılan her satır, her konuşan dil, aynı sırrı fısıldıyor: “Yalnız değilsin.” Soğuk tecrit, sevginin harında eriyor. “İşte” diyorsun; “İşte.. Asıl bu, değerli yalnızlık...”
Aralık ayazı ağır demir kapının aralığından soğuk nefesini üflemeye başladı.
Kalın beton duvarların ardından bekçi düdükleri işitiliyor; içerde florasanın biteviye ıslığı...
Asık suratlı çıplak duvar, sarışın bir kuyu sanki...
Su, çağlayan gibi çınlıyor; kapı çarpması, gök gürültüsü...
Yalnızlık da çoğalıyor o kuyuda, özlem de...
Hele adaletsizliğin tesellisini imanda arayanlardan değilsen...
Ayazı, kokuyu, tecridi unutup semada aniden peydahlanan kuş sürüsüyle kanat çırpabiliyorsun.
Ve üşüdüğünde haklılığınla ısınabiliyorsun.
Odalar küçük, yürekler büyük...
Gündüz
Sabah 08.00...
Hücremin gri hoparlörü her sabahki buyurgan sesiyle haykırıyor:
Bu, Silivri’nin geleneksel kalk borusu...
Tabii yine tek başına...
***
Yıllar önce “Yalnızlığa Alışmalı” diye bir yazı yazmıştım. Ondan beridir alıştırdım kendimi, yalnızlığı severim. Ama buradaki, tecrit; hem de ağır bir tecrit...
***
Vakit bol ya; falımı okudum sabah:
Bunu okurken demir kapının göğüs hizasındaki bölmesi açılıyor. Sevimli bir görevli“ekmek” diye sesleniyor. Bir ekmek geçecek büyüklükteki bölmeye eğilerek giriyorum “sosyal ortamlara”...
***
Fakat neyse ki üç kadim dost refakat ediyor bana yalnızlığımda:
Sabah gazeteler geliyor; dost kalemlerin satırları su serpiyor yüzüne, yüreğine...
Ekranda, sevdiklerin seni savunuyor; coşuyor, avunuyorsun.
Dışarıda umut nöbetinde yoldaşların var;
KAYNAK: CUMHURİYET