MUSTAFA MUTLU
Yaşım elli... Yolun üçte birine bile gelmedim daha!
“Yüz elli yıl mı yaşamayı düşünüyorsun” diye dalga geçmeyin sakın; yaşanmamış yılları saymıyorum sadece!
12 Eylül 1980 darbesinde 19 yaşındaydım. Siyah-beyaz televizyonun karşısında Kenan Evren‘in o ünlü darbe bildirisini ilk kez dinlerken inanılmaz bir üzüntüye kapılmıştım.
Bu hüznün nedeni, o toy halimle bile “En az 30 yılımız gitti” diye düşünmemdi.
Sonra... Bildiğimiz, alıştığımız her şey altüst edildi.
Okul ve mahalle arkadaşlarım, olmadık suçlamalarla gözaltına alındı.
Çocukluk arkadaşım Sait’ten aylarca haber alamadık önce...
Sonra bir sabah salıverildiğini öğrendik. Çıktıktan birkaç gün sonra da öldü. Karaciğeri, gördüğü işkencelerde iflas etmişti!
***
Üniversiteye 12 Eylül döneminde başladım.
YÖK o günlerde kuruldu.
Eli tüfekli askerlerin nöbet tuttuğu sınıflarda ders
yaptık. Rahmetli Prof. Dr. Mübeccel Kıray’ın verdiği “Sosyoloji” dersinde, konu döndü dolaştı, devletlerin yönetim biçimine geldi... Mübeccel Hoca, “komünist toplumlar”ı anlatmaya başladığında, sınıfın kapısındaki jandarmanın haykırışı hâlâ kulaklarımda:
“Komünizm propagandası yapmayın, yakarım!”
Çaresiz gülüp geçiştirdi, koca sosyolog!
***
A’dan Z’ye büyük bir hızla değişiyordu her şey...
Ve o güne kadar “ben”i hiç bilmeyen “biz”e; “ben” demeyi öğretti 12 Eylül‘ün uygulayıcıları...
Cebimizdeki harçlıklar ilk kez bireyselleşti.
İlk kez birbirimizin parasını harcamak yerine, borç ister olduk.
Sonra borçlarımızı ödeyemeyip kavga etmeye veya küsmeye başladık.
***
Çil yavrusu gibi dağıtmıştı faşist yönetim hepimizi...
Direnmeye, eski alışkanlıklarımızdan vazgeçmemeye çalışanlar, bunun bedelini bir şekilde ödedi. Ya bir gece yarısı kayboluverdiler ansızın ya da bir emniyet binasında “intihar” ediverdiler!
O güne kadar yirmişer otuzar kişilik gruplarla dolaştığımız sokaklarda üç kişi yan yana yürüyemez hale geldik.
Yürümekte ısrar edince de polis minibüsüyle, nezaretle ve dayakla tanıştık.
***
En güzel kitaplarımızı yaktık.
En kutsal fotoğraflarımızı yırttık.
En can dostlarımızla görüşemez hale getirildik.
O kısa kişisel tarihimizi unutmak ve hayata hiç bilmediğimiz yeni ve acımasız bir yerden başlamak zorunda kaldık.
Ve mahallemizin sevimli ablaları, okulumuzun cana yakın öğretmenleri, kırk yıllık bakkallarımız, dondurmacımız, simitçimiz... Hepsi bir anda “muhbir vatandaş”a
dönüştü...
***
Sonra okullarımızı bitirip hayata atıldık ama hep 12 Eylül 1980 sabahına uyandığımız yaşta kaldık!
Saçlarımız aklaştı, kamburumuz çıktı, dişlerimiz döküldü; biz 19 yaşındaydık!
Kredi kartlarıyla, bir türlü bitmek bilmeyen yapı kooperatifleriyle; ithal sigarasıyla, hayali ihracatıyla, hoyratlığıyla, insana değer vermeyen bencilliğiyle, kalleşlikleriyle yeni bir hayattı yaşadığımız...
Ama bizim asıl hayatımız; hiç yaşlanmadı!
Otuz yıl önce 12 Eylül sabahına uyanan o gencin tasası hâlâ taptaze içimde:
“En az 30 yılımız gitti!”
***
Ve... O süre, iki gün sonra doluyor. Otuz yıl, iki gün sonra bitiyor!
Ama ben ve yaşıtlarım üzüntüyle görüyoruz ki hiçbir şeyin bittiği yok aslında...
Çünkü tam biteceği sırada, yeniden başlatmak istiyor birileri!
Hem de benim yaşadıklarımı, benim acılarımı, benim kayıplarımı hiç yaşamadıkları...
Yetmezmiş gibi o acılardan keyif aldıkları halde...
Şimdi bana ve bize diyorlar ki, “Şunu yap da 12 Eylül’ü tarihe gömelim!”
***
Onlara söz veriyorum:
Bana Sait’i geri getirebileceklerse...
“Ben”in yerine “biz”i yeniden koyabileceklerse...
YÖK’ü kaldırabileceklerse...
İnsanı hiçe sayan ve sadece zengini yücelten bu acımasız ekonomik düzeni çöpe atabileceklerse...
Ağır cezaya dönüştürülen eski DGM’leri gerçekten yok edip, hâlâ devam eden haksız tutuklamaları, cezaya dönüştürülen yargılamaları bitirebileceklerse...
Oyumu gerçekten “herkesle eşit” hale kavuşturabileceklerse...
İnançlarıma, özel hayatıma, kişisel tercihlerime, arkadaşlarıma karışmaktan vazgeçebileceklerse...
Ve en önemlisi; 12 Eylül’ün hesabını sadece Kenan Evren’den ve üst düzey birkaç kişiden değil; tüm işkencecilerden, muhbir vatandaşlardan, sadist asker ve polislerden, işbirlikçi devlet memurlarından, dönemin kaymakamlarından, valilerinden, hâkimlerinden, savcılarından...
Bu darbe anayasasına o günlerde “Evet” oyu veren her 100 kişinin 92’sinden sorabileceklerse...
İstedikleri oyu kullanacağım iki gün sonra!
Ama; daha önce sayısız kez değişen anayasayı sırf bir kez de kendileri değiştirecekleri...
Ve bu değişikliklerle şimdi 19 yaşında olan çocuklara yeni bir “otuz yıl hesabı” yaptıracakları için asla dediklerini yapmam onların...
İnanmıyorum hiçbirine...
Benim acımı yaşamadılar; 19 yaşımda yaptığım hesabı yapmadılar; tam tersine her idamın ardından sevinç çığlıkları attılar çünkü...
***
O acıları ben yaşadım, o gözyaşlarını ben döktüm Sait’in arkasından...
Benim arkadaşlarım çürüdü cezaevlerinde...
Ve bu otuz yıl, benimle birlikte bu acıyı çeken insanların hayatlarından çalındı sadece...
Şimdi beni “darbeci” ilan ediyorlar bir de...
Neden?
“Dediklerini yapmayacağım”, “Geçmişimi satmayacağım” diye...
***
Bugün bayram... Ve ben 19 yaşında, 58 kilo, 1.82 boyunda, lacivert-siyah saçlı o delikanlıyım hâlâ...
Bana... Ve benim yaşıtlarıma bir bayram harçlığı borçlu bu ülke...
Hakkımı kullanıyor ve istiyorum artık; çünkü tanıdığım vade doldu:
Bana kaybettiğim 30 yılı verin bu bayram!
*****
GÜNÜN SORUSU
Sorum, tatillerini yarıda kesmemek için iki gün sonraki referandumda oy kullanmayı düşünmeyenlere:
Sonucun istediğiniz gibi çıkmaması durumunda, yakanızı bırakmayacak olan vicdan azabıyla nasıl yaşayacaksınız?10/09/2010