Sadık Albayrak, Tayyip’in İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde danışmanlığını yapmış, belediye şirketi olan Kültür A.Ş’nin başına getirilmişti. Arkadaşlıkları Milli Türk Talebe Birliğine dayanıyor, Tayyip onun için “Benim idolüm” diyordu.
Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde dünürü olan ve Yeni Şafak Gazetesi yazarlığı da yapan Sadık Albayrak, “Şeyhülislam Mustafa Sabri” adlı kitabında Ulusal Kurtuluş Savaşımızın kahramanları hakkında işgal kuvvetleri ile aynı dili konuşuyordu;
“…İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir…”
Potamyalı Tayyip’in Danışmanlarından ve hatta kızını verdiği dünürü AKP’li Sadık Albayrak kitabında Türkleri “Cibilliyetsiz ve Milliyetsiz” olarak tanımlıyor ülkeyi yönetenlerin kimliği hakkında ipuçları veriyordu.
“.. Mustafa Kemal’in ve Ankara Hükümetinin kahpeliklerini, sahtekârlıklarını şu ufacık mukaddimeye (önsöz) sığdıracak değilim. Demek isterim ki, bu şekil değiştirmeleri, bu zıtlıkları işleyebilmek için insan utanmamazlıkta da kahraman olmalıdır. Hele dinsizlik olmadan haksızlığın, hayasızlığın bu derecesi tasavvur olunamaz..”
Aynı Sadık Albayrak, “Hilafet Ve Halifesiz Müslümanlar” adlı kitabının 131 ve 132. sayfalarında; Halifeli şeriat devletine olan özlemlerini anlatıyor, kurtuluşun halifeli şeriat devletinde olduğunu vurguluyordu:
“…Bu esaslar ışığında düşünülürse Müslümanların birliği, iktisadi ve içtimâi hayatlarının tanzimi şeriat yönünden sağlanmadığı devirlerde, Müslümanların bir halifeye ihtiyaçları vardır.
Dünyada bir buçuk milyara varan Müslümanların, uydurma hudutlarla ayrılıp beşeri sistemlerin esaretinde yaşayıp devam etmeleri fikren cahiliyet devrini daha tamamlamadıklarını gösterir.
Müslümanı, oturduğu hiçbir topraktaki idare tatmin edemediğine ve çoğu yerde laik-kapitalist, sosyalist ve kavmiyetçi sultalar hâkimiyet tesis ettiğine göre XX. asrın başından itibaren halifeli cemiyet-ümmet haline gelmeleri İslam şeriatının ana esaslarından biri ve en önde gelenidir.
Batıl sistemleri yıkmak, Müslümanlarca yaşamak ancak İslam’ın devlet yapısını teşkil eden halifeli şeriat devletine adım atmakla olur.
Ehl-i Sünnet Müslümanlarının önderi durumunda bulunan âlimlerin, Müslümanların cahiliyet ölümünden kurtulmaları için gösterecekleri bir başka yol yoktur…”
Yunan Turizm Bakanı ile Sirtaki oynadığı Sisam Adası’na giderken, “Kurtuluş bayramı, kafayı çekme günü” diyen, AKP’li Kültür Bakanı Atilla Koç, Aydın’ın Yunan işgalinden kurtuluşunun kutlandığı 7 Eylül 2006 yılında “Yabancı işgal etti diye kutlama olmaz” diyebiliyor, kimlerle hangi kulvarlarda yürüdüğünü gösteriyordu.
Tayyip’in dünürü olan Sadık Albayrak‘ın kitabında Kurtuluş Savaşı kahramanlarına nasıl hakaretler yağdırılıp, 1923 Türkiye’si hedef alınıyorsa, Fetullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen “Sızıntı” dergisinin yazarlarından Nihat Dağlı, yine aynı grup tarafından çıkarılan “Bu Kavga Kimin” adlı kitabında, yok etmek istedikleri hedeflerinin 1923 yılında kurulan “Cumhuriyet” olduğunu, hilafet ve şeriat özlemlerini açık bir şekilde ifade ediyordu. Bu kitaptan alıntılara geçmeden önce Gülen’in talebelerinden Şemsettin Nuri‘nin “Kırık Tayflar” adlı kitabından “Sızıntı” ile ilgili bilgileri ilk ağızdan, Fetullah Gülen’den izleyelim:
“…Bu mevkute, neşrettiğin (hitap Bediüzzaman Hazretlerinedir) ışığa tercüman olma mülahazasıyla yola çıktı. Varılacak yer uzak, yollar da tekin değildi. Cinler, ifritlerle beraber taarruza geçti…”
Gülen, Kürt Said’in sözde yaydığı ışığa tercüman olma amacıyla yani tamamen onun fikirleri doğrultusunda “Sızıntı” dergisini çıkardıklarını söylüyor, şunları da ilave ediyordu:
“Sızıntının ilk onbir senesinde 132 sayı risalelerden sadeleştirilerek yapılan iktibaslar vardır. Bir yönüyle bu iktibaslar Sızıntının çıkış gayesine denk ölçüde önemlidir. Bazı çevreler Risalelerin sadeleştirilmesine sıcak bakmazlar ve bunu tenkit malzemesi olarak kullanırlar…”
Gülen ve talebesi Şemsettin’e göre, Sızıntı; İslam devletinin yeniden kuruluşunun destanı:
“Birinci cihan harbiyle batıp giden İslam Devleti, zamanın ana rahminde yepyeni bir tarihi doğuşa hazırlanıyor. Ne muhteşem bir doğuştur bu, nefsin ve şeytanın radyasyon sızıntılarına mukabil, ruhun ışık sızıntıları, kutlu tayflar halinde toplanıp kalplerde yoğunlaşarak hidayet lazerleri halinde küfrün, karanlığın urlarını, kanserlerini kuruta kuruta geliyor. Nefs kışının inkâr kefenlerini yırtıp, ruhun bahar filizlerini vere vere ilerliyor. İşte sızıntı’da böyle bir gelişin destanı sunuluyor.”
Sızıntı dergisinin yazarlarından ve bu cemaatın bir üyesi olan Nihat Dağlı, “Bu Kavga Kimin” adlı kitabında Cumhuriyet dönemini, 1923 kimliğini şiddetle red ederek, zorla şapka giydirildiğini, harf devrimleri ile insanların cahil bırakıldığını iddia ediyor, adeta kinini kusuyor, o da Gülen ve Kürt Said’i göklere çıkarıyordu.
“Cumhuriyet döneminde İslamla barışık olmayan yeni sistem, batıda olduğu gibi doğuda da var olan bütün İslami müessese ve Müslüman şahsiyetleri hedef almıştı. Latin harflerinin kabulü ile başlayan yeni vetirede medreseler illegalliğe itiliyordu. Oysa medrese, doğuda hayatla eş anlamlıydı. Medresesiz bir doğu düşünülemezdi. Yeni anlayışın estirdiği yabancılaşmanın tesirini, ancak medreseler kırabiliyordu. Latin harflerinin kabulü medreselerin dokusunu koparıyordu. Bölgedeki huzursuzluğun ortaya çıkışını hazırlayan sebeplerden birisi de bu olsa gerek. Zira, bölgenin tümüne yayılmış bir hayat dokusunun koparılması bahis mevzuydu….”
Sızıntı ailesinin de üyesi olan Nurcu yazar, kitabın 22. sayfasında Cumhuriyet rejimine olan düşmanlığını iftiraları ile sergiliyordu:
“… 1923 hareketi modernizmi esas alan bir hareketti. Maziye kin duyuyordu. Dinden arındırılmış bir vetire başlatıyordu. Bu vetirede din, referans alınmıyor ve fırsat nispetinde hayattan kovuluyordu. Kıble, modernizmi din derecesinde kabullenen batı olmuştu. Batılı değerlerle yeni bir insan şekillendirmek suretiyle, yeni bir toplum öngörülüyor ve dini kurumlar üst değer olmaktan çıkarılıyordu. Bu süreçte, bütün müesseseler batılı değerler perspektifinde tanımlandı ve bunun ışığında faaliyet sahaları belirlendi.”
Kitabın 39. sayfasında ise halifeliğin kaldırılmasının, tekke ve zaviyelerin kapatılmasının, harf devriminin yapılmasının, geçmişle bağın kopartılması olarak tanımlanıyordu:
“Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki söylem ise, İslam’a karşı konulan radikal bir çıkıştı. Halifeliğin kaldırılması, medrese ve tekkelerin kapatılması, sosyal hayatta yeni düzenlemelere gidilmesi, harf devrimi yapılarak geçmişle olan bağın kopartılması vs…. Bütün bunlar Osmanlının şahsında ‘İslam’a hayır’ın ifadesiydi…
Bu bir tenakuzdu, Kuvay-ı Milliye ruhuyla ters düşmekti. Zira kurtuluş savaşında, batılı değerlerin saldırısından hareketle İslami değerlerin savunulması gerektiği öne sürülerek, insanların yardımı isteniyordu. Ancak 1923′ten sonra, batılı değerlerin savunulması ve yerleşilmesi adına İslam kapı dışarı edilmişti. Eğer dini sömürü gibi bir anlayıştan bahsedilirse ilk sömürü cumhuriyetin o yıllarında yapılmıştır…
… Millet huzursuzdu ve Ankara’ya kırgındı. Soğukluklar başlamıştı. İsyanların oluşumunu sağlayan bir zemin ortaya çıkmıştı. Bu acınası bir durumdu. O güne dek ehl-i salib’e duyulan kinler, ifade edilmese bile yeni oluşuma yönelmeye başlamıştı. Ankara ise, ihtimal dâhilinde olan bu gelişmelere mani olmak için yeni düzenlemelere gidiyordu. Provoke hadiseler bahane edilerek yurt sathında İstiklal Mahkemeleri kuruluyordu. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın bir uygulaması olan bu mahkemeler, hukuki hiçbir dayanağa dayanmıyor; sadece sindirme, korkutma ve olası bir hareketin sahiplerine gözdağı verme düşüncesiyle hareket ediyorlardı…”
Gülen’in Sızıntı dergisinin yazarı, İngilizlerin çıkarlarına hizmet için kiralanan insanların çıkardıkları ve ayrı bir kürt devleti kurma bahanesi ile yapılan isyanları savunuyor, bu isyanları 1923 kimliğine bir başkaldırış olarak vurguluyordu:
“Eğer o dönemde isyanların varlığından söz ediliyorsa, bunun en büyük sebebi, yeni oluşumun savuna geldiği ve dayattığı yeni kimliktir. Bu kimliğe, ciddi bir itiraz vardı. Bu ülkenin mümin insanları, dipçikle şapka giymeyi, Kur’an’ın bir suç unsuru olarak telakki edilmesini hak etmediklerini düşünüyorlardı. Bu bir zulümdü…
Olan isyanlar, ifade edildiği gibi başka sebepleri olmakla birlikte ağırlıklı olarak dine gelen saldırılar sebebiyle ortaya çıkmıştı. Mesela Şeyh Said hadisesi bunlardan biridir. Her ne kadar resmi ideoloji bu isyanı farklı tanımlasa da Şeyh Said hadisesi, yeni kimliğe olan bir itirazdır, dini karşısına alan laik yapılı Cumhuriyet idaresine karşı Osmanlı idaresini talep etmeyi ifade etmişti…”
Nurcu yazar, Kürt Said’in bir öldüğünü ancak bin olarak dirildiğini de iddia ediyor, devletin Said’i sürekli olarak rahatsız ettiği görüşünü savunuyordu:
”…Vazifeli insanlar vazifelerini yaparlar. Allah dilemedikçe hiçbir güç onları vazifelerinden alıkoyamaz. Bediüzzaman Hazretleri de bir hizmet sistematiğinin dellalıydı. O vazifesini bitirecekti. Bu sebeple 1960′a kadar 1923 zihniyetinin takibatından kurtulamayacaktı. Koskoca bir devlet, ailesi dahi olmayan, insanlara hak ve hakikati ulaştırmaktan öte bir gayeyi gütmeyen Bediüzzamanı sekerat anında bile rahatsız etmekten çekinmeyecekti. Ve Said bir olarak Rahman’a kavuşacak, ancak Anadolu’nun bağrında bin olarak dirilecekti. Eserleri belde belde dolaşacak, dillere çevrilecek, inkar düşüncesi onların ışığında boğulacak ve milyonlar imanın kutlu iklimiyle buluşacaktı….”
“Dış tehlikelere karşı kurulan, ona göre yapılandırılan ordu, Cumhuriyetle birlikte devrimlerin bekçiliği rolüne de girmişti. Böylece oluşturmaya çalışılan yeni devletle yeni kimlik, ‘birlik ve bütünlük’ ordunun teminatı ile sağlanmış oluyordu” şeklinde alıntı yapılan kitapta, Nurcuların Türk Silahlı Kuvvetleri hakkındaki düşünceleri de açığa çıkıyordu:
“Birlik ve bütünlük sağlanmış mıydı yoksa öyle mi görünüyordu? Öyle göründüğü kanaatındayım. Çünkü birlik ve bütünlük’ gönülde, yani dipçik ve silahın uzanamadığı sevgi ikliminde kurulur. Oysa söz konusu olan ne sevgiydi ne de birbirini anlama esası üzerinde bir araya gelmeydi. Zora dayanılarak yapılan inkılaplar yine zora dayanılarak korunuyordu ve bugün de korunmaya devam ediliyor…“
Fetullah Gülen’in redaktörlüğünü yaptığı Nil yayınlarından Mehmet Kafkas adına çıkan “Geçmişi Bilmek” adlı kitapta, 31 Mart isyanlarını bastıran Atatürk’ün Kurmay Başkanı olduğu ordu için; “Haçlı Ordusu” ifadesi kullanılıyor, “başıbozukların ve serserilerin katıldığı ordu”… Hatta, “adları kötüye çıkmış Bulgar ve Rum gönüllülerini barındıran ordu” tanımlaması yapılıyordu.
Yine aynı kitabın 161. sayfasında,
“Yıldız Sarayını yağmalayan, İstanbul’a girer girmez yolda rastladıkları alim ve salih kişileri öldürmeye başlayan, her türlü zulüm ve zorbalık yapan hareket ordusunun subayları arasında Atatürk, Rauf Orbay, Ali Fethi Okyar, İsmet İnönü de bulunuyordu…” deniyordu.
Tüm bu oluşumlar ve hareketler Laik Demokratik Cumhuriyet’in engin hoşgörüsü altında gelişiyor, dallanıp budaklanıyordu. Tabi ki nereye kadar?..
Ergün Poyraz’ın “Musa’nın Çocukları” adlı eserinden alınmıştır.
Şimdi bunlar böyle diyerek istedikleri gibi at koşturacaklar, bunlara kimse birşey demeyecek öylemi sanıyorlar bu cibilliyetsiz kişiler. Yok öyler şey bunların hesabını mutlaka verecekler. Hemde çok acı verecekler.