![]() |
BALIKÇI: Evet yaptık. Gerek “1996-1998 Ateşkesi”nin, gerekse Ramazan’daki “Referandum Ateşkesi”nin siyaseti, stratejisi bana aittir. “Ateşkes olmalıdır. Bunun için devlet dönüşmelidir. PKK dönüşmelidir. Bu dönüşümler hem devlete hem Kürt meselesine şu, şu kazanımları getirir” diyerek öngörülerimi maddeleştirdim. “Eğer bunlar yapılırsa şu fotoğraf ortaya çıkar” dedim. Bu doğru bulundu ki harekete geçildi.
Devlete. Yani Öcalan’la görüşenlere söyledim bunu. Yalnız şunu da söyleyeyim... 1996-1998 yılları arasındaki dönemde, bu arabuluculuğu kamuoyuna açık olmayan bir şekilde yürüttük biz. Ama bunun da sakıncasını gördük.
Birisi bir şey söylüyor ama sonra söylemedim diyor. Bu kez arabuluculuğu medya üzerinden götürdük. Şimdi her şey açık. İki taraftan da kimse ben bunu söylemedim, yapmadım deme şansına sahip değil artık.
Devletten kimse beni görevlendirmedi. Şöyle anlatayım... 1996 yılıydı, bir gün bana devlet adına birileri geldi. “Biz devletiz. Bugüne kadar uygulanan politikadan vazgeçtik. Biz Kürtlerle diyalog kurmak istiyoruz. Kürt aydınlarıyla, akil insanlarla buluşmak istiyoruz. Bu konuda bize yardım eder misiniz?” dediler.
Benimle üç kişi konuştu. Köprü altındaki balıkçıda buluştuk. Sağı, solu tutan korumalarıyla birlikte 20-30 kişi geldiler. Benimle konuşan üç kişiye sordum. “Niye ben?” dedim.
Devlet geçmişte beni izlemiş. 1970’ten bu yana olan geçmişimi çıkardılar önüme. Mesela ben Hilton’da Yaşar Kemal’in başkanlığında Kürtlerle ilk demokrasi kurultayını yapmışım. Hiç ön plana çıkmamışım. Ben yaptım dememişim. Ben geçmişte iki kere vuruldum, ama kendim için vurulmadım. Ben cezaevine girdim, ama kendim için girmedim. Bir de insan ilişkilerim iyidir benim. Bu özelliklerim demek ki onlara güven vermiş.
Ben Kürt aydınıydım. Geçmişte siyaset de yaptım. Halkın Emek Partisi’nde bulundum. PKK’yle de, Kürt legal siyasetiyle de konuşabilme kabiliyetim vardı.
Hayır, hiç PKK’li olmadım. Ben geçmişteki Türkiye Komünist Partisi geleneğinden gelmeyim. Gençlik örgütünün önemli bir yerindeydim. O dönemde PKK beni iki kere vurdu. Beni ilk vuran da Mahsun Korkmaz’dı. Sonra PKK’de gerilla komutanı, kahraman oldu Mahsun Korkmaz. Ben deli dolu insandım.
1996’dan beri bu diyalog süreci sürüyor. Kendisini hiç yanıltmadım. Ben de kendisine çok güveniyorum. Öcalan da beni hiç yanıltmadı. Mesela kendisine gönderdiğim bir bilgi notunda, “Durum budur, güçler şudur. İstemiyorsanız güvenmiyorsanız, ateşkes ilan etmeyin” deme cesaretini gösterdim. “Kürt meselesinin barışçıl yöntemle çözüleceğine inanıyorsanız, ateşkes ilan edin” dedim.
1996’dan beri...
Buluştular. 1996-98 döneminde belli aralıklarla görüştüler. Ama Kürt aydınlarla devletin ilişkisi yürümedi. Hem görüşmelerde bir tedirginlik vardı ve hem de acaba devlet doğru mu söylüyor diye kafalarında acabalar çoktu. Devletin sicili temiz değil tabii. 1993-1996 gibi bir süreçten geçilmiş, Kürtler ağır bir travma yaşamışlar. Haklı olarak bundan ötürü siyasetçilerde biraz da öngörü eksikliği vardı.
Güvenemediler. Öyle olunca, devlet de kendisini devlet olarak görecek bir yapıyla görüşmeyi düşündü. Devlet, PKK’yle kendisi direkt görüşmeye başladı. O dönemde İmralı yoktu, Öcalan Suriye’deydi. Önce devlet, Bayrampaşa Cezaevi’ndeki PKK’nin cezaevi sorumlularıyla görüşmeler yaptı. Ama onların da anlamakta zorluk çektiklerini düşündü.
Devlet, “Ben dönüşüyorum. 1993-1996 sürecinin vahametini bir daha kendime de, başkasına da yaşatmak istemiyorum. Ben yönümü Ortadoğu’ya değil, Batı’ya döndürmek istiyorum” mesajlarını vermeye çalışıyordu. Kamuoyundan gizliyorlardı ama devlet, Kürt sorununun devletin dönüşmesini nasıl frenlediğini, ülkenin gelişmesinde ne tür büyük rötarlara neden olduğunu biliyordu.
Değişmek isteyen kanadı devletin. O dönemde düşünün... Bir güç her şeye rağmen Türkiye’yi Avrupa Birliği sürecine soktu. Devletin içinde Türkiye’nin yüzünü Batı’ya dönmesini ve devletin dönüşmesini isteyen kanatla, bunu istemeyen kanat arasında ciddi bir kavga yaşanıyordu. Türkiye’yi AB sürecinde ilerletmek isteyen yapının önündeki en büyük engel de Kürt meselesiydi. Kürt meselesinin doğru bir rayda yürümesi, değişim isteyen kanadın elini güçlendiriyordu. Zaten o dönemde dünya konjonktürü de uygundu ve dünyadan da o yönde bir baskı vardı. Amerika’da Clinton baştaydı. Bush felaketi henüz iktidara gelmemişti.
Görüşüldü. İmralı’da da görüşmeler devam etti.
Devam etti ama bir ara Ergenekon’un müdahalesiyle kesintiye uğradı. 1999 yılı sonunda beni cezaevine attılar. Öcalan yakalanmıştı. Savunmasını yapacak. Dava başlar başlamaz, savunmalarda, devletle görüştüğünü de söylemeye başladı. Belki ben de konuşurum diye birilerinin kaygı ve endişesi oldu. Beni beş buçuk ay bir hücreye attılar. Zor bir dönem yaşadık...
Tabii oldu yani. Örgüt olarak değil ama zihniyet olarak hâkim oldu. Çünkü Bush gibi biri başkanlığa geldi ve ABD’nin Ortadoğu projesi ortaya çıktı. Bu projeye en yakın olan da Ergenekon zihniyetiydi. Gerçi sonra Ergenekon Amerika’yla çatıştı ama...
Buna cevap vermeyeyim. Benim İmralı’ya gitmem beni önemli kılmaz. Gitmemem de beni önemsizleştirmez. Ama İmralı’ya gitmek barışı önemli kılar.
Devlet istedi.
Ben yüreğimi aklımın gerisinde hiç yaşatmadım. Gittiğim yere hep kendimi götürdüm. Kendim oldum. Duygularımı, korkularımı, endişelerimi, heyecanımı hep yansıttım. Samimi bir insanım ben.
Stratejik olarak yok. Mesela, atılacak adımlar konusunda gidişat doğru veya yanlış diyen ikinci bir arabulucu yok. Yoksa devletin haberleşme, görüşme babında teknik yüzlerce insanı ve kurumu vardır. Birileri birilerine mektup getiriyor ve götürüyordur o ayrı. Mesela bu referandum öncesinde, “ateşkes olmalıdır” diyen ve niye olması gerektiğini gerekçeleriyle söyleyen ve bunda direten ikinci bir arabulucu yoktu.
Sonuç hayır çıkardı. Eğer şiddet, haziran ve temmuz aylarındaki hızıyla devam etseydi “evet” tercihini savunmak mümkün olmazdı. Kürtlerin boykotu da “hayır” oyuna dönüşürdü. Zaten bir gün evvel dokuz gerillanın inlerinde öldürülmesinin nedeni de boykotu “hayır”a dönüştürmekti. Bunu devlet çok iyi biliyor. Çatışmasızlık hali “evet” sonucunu doğurdu ve referandumdaki “evet” sonucunun Türkiye’nin geleceği için ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı.
Ben görüşmüyorum. Ben daha çok işin siyasetini ve öngörüleri maddileştirmekle ilgiliyim. Diyelim ki PKK’nin bir konuda kaygısı yansıyor. Bu kaygısı doğru olduğu zaman doğru olduğunu söylüyorum, yanlış olduğu zaman da yanlıştır diyorum ve bunu daha çok medya üzerinde yapıyorum. Ki bilinsin, bu işin siyaseti gizli kapaklı olmasın.
Bazıları, Kürtleri aşağılamak babında, Öcalan’ın beklentisinin sadece kendisini kurtarmak olduğunu söylüyorlar. Hayır, gerçek bu değil. Öcalan ısrarla “önce dağdakilerin güvenliği, ondan sonra benim güvenliğim” diyor. Eğer dağdakilerin güvenliği sağlanabiliyorsa, bu, Öcalan’ın da güvenliğinin sağlanması demektir zaten. Öcalan’ın birinci beklentisi dağdaki insanların öldürülmemesi, imha edilmemesidir. O insanların sağ salim siyasal sürece dâhil edilmelerini istiyor Öcalan.
Tabii.
Eğer toplum vicdanı, “barış”ı kendisi için önemli bir kazanç olarak algılarsa, bu tür şeylere hiç gerek yoktur. Lider kadro, Öcalan’dan daha üstte değil ki! Toplum, bu referandumda Öcalan’la görüşmeyi hazmetti mi, hazmetmedi mi?
Etti tabii. Milliyetçiler, referandumda bu konunun dışında hiçbir şey konuşmadılar. Ama sonuç yüzde 58 çıktı. Demek ki samimi olarak istenilirse, dürüst ve samimi olunursa, toplum vicdanı barışa hazırdır.
Hazır. Ben hazır olduklarına inanıyorum. Ama aydınlarda ve siyasetçilerde kendini ifade eden “Türk aklının ürkekliğini” anlayamıyorum. Onların hâlâ, Kürtlerin istemlerinin hiç durmayacağı ve istemlerinin giderek büyüyeceği konusunda bir ürkeklikleri var. Televizyonlara strateji uzmanları diye profesörler çıkıyor, “Kürtler bizi kandırmaya çalışıyor. Esas niyetlerini saklıyorlar. Esas niyetleri bağımsız devlet kurmak” diyorlar. Evet... Kürtlerin istekleri büyüyebilir. Bu aykırı bir şey değil ki. Ama Türk aydınları ve siyasetçileri şuna hiç bakmıyorlar.
Bu coğrafyada Kürtlerin genetik kodunda hiç ayrışma olmadı. Bu, sadece Türkiye için değil, İran için de, Suriye için de bir şanstır. Kürtler, acılar yaşamalarına rağmen hep var olan coğrafyayla bütünleştiler. Kürtlerin coğrafi talepleri yok. Başkaldırdılar ama bunlar hep aldatılmanın yarattığı başkaldırılardı. Çünkü oturdukları masada, bir ay sonra kendilerini göremediler. Bunu söylediğinizde, geçmişte PKK’nin Birleşik Bağımsız Kürdistan istemiş olduğunu hatırlatıyorlar. PKK, Soğuk Savaş döneminde dedi bunu. Eğer kendine Marksist-Leninist bir parti diyorsan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmamak ve bağımsız Kürdistan dememek zaten ayıptı. Hâlâ başımıza bunu kakıyorlar. Bu da aslında Kürtleri bir aşağılamadır.
Kendin için “ben değişebilirim” diyorsun. Komünistlikten İslamcılığa kadar geçme hakkını kendinde görüyorsun. Ama Kürt olunca, “O değişmez efendim” diyorsun. Doğada böcekler bile mutasyona uğruyor, bırakın insanları... Bana Öcalan’ın beklentisinin ne olduğunu sormuştunuz... Öcalan’ın kendisiyle ilgili de insani bir beklentisi var. Mahpusluğu zulme dönüştü. Oysa hukuk, intikam alma, öç alma değildir. Bir insanı on iki buçuk sene tek başına bırakmanın bir izahı yoktur. Benim vicdanım buna hayır diyor. Hele o kişi için hareketli iki, üç milyon insan “önderlik” diyorsa, bu konuyu atlayamayız.
Öcalan’a devlet şunu önerdi. Şunu açık söyledi. “Kürt meselesi benim için artık bir aile meselesidir. Bu benim iç sorunumdur. Bu meselenin çözümünde devletin Kürtlere ihtiyacı var” dedi. Daha önce mesele aile içi problem olarak görülmüyordu.
“Size artık ihtiyacım var” dedi Öcalan’a. “Seninle görüşeceğim ve bu görüşmeyi deklare edeceğim” dedi ve deklare de etti.
Tabii. Onu görüşülecek, konuşulacak bir lider olarak, Kürtlerin âkil adamı olarak kabul etti. Kürtlerin de, “devlet bir şey vermiyor, yapmıyor” anlayışından artık vazgeçmeleri lazım. Devlet için bu büyük bir psikolojik eşikti. Hele Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi bir devlet için çok önemli bir eşikti bu. O eşik aşıldı.
Onun önerdiği güvenliktir. “Siz operasyon yapmayın” dedi. Bir kere, PKK’nin güvenlik endişesinin kesinlikle giderilmesi gerekiyor. Birinci koşul bu. Kürtlerin silahlı gücü, eğer kendilerini yok edecek bir oluşum hissederse, bir barış olmaz. Bu umudu vermemiz gerekiyor Kürtlere. Ondan sonra konuşulacaklar belli zaten. Seçim sürecinde bir sürü şey konuşulacak.
Anayasa konuşulacak. Şu anda Türkiye’de Kürt meselesiyle ilgili konuşulmadık ne kaldı ki zaten. Anadilde eğitim, seçim barajının düşürülmesi, demokratik özerklik her şey konuşuldu. Öcalan’la da konuşulmadık bir şey kalmadı. Bu ülkede otuz yıldır kan döküldü ama üç aydır kan dökmeden otuz yıldan daha fazla konuştuk ve konuşuyoruz. Bir yerden başlamak, herkes için bir güvencedir.
Bu konu, söylem olarak var ama altı daha doldurulmadı. Zaten coğrafi olarak demokratik özerkliğin olma şansı hiç yok.
Medyada görünen stratejist unvanlı kişilere bazen kızıyorum. Lütfen önünüze bir harita alın ve coğrafi özerkliği çizebilirseniz çizin. Bu mümkün mü? Antalya’yı nereye koyacaksınız? 600 bin Kürt var. Mersin’i nereye koyacaksınız? 800 bin Kürt var. Adana’yı nereye koyacaksınız bir milyon Kürt var. İzmir’i, İstanbul’u nereye koyacaksınız? Üç, dört milyon Kürt var. Artık elinize cetveli alıp, Kürdistan’ı çizme şansınız kalmadı. Türk milliyetçilerine de Kürt milliyetçilere de geçmiş olsun. 1950’de bu mümkündü ama 1950’den sonra iç göçle bu şanslarını kaybettiler. Sosyoloji artık Kürdistan’a müsaade etmiyor.
Sembolik anlamda var. Bölgesel anlamda orası elbette Kürdistan bölgesidir. Ama Kürtler artık sadece orada değiller ki. Ben burada coğrafyayı sınır belirleme anlamında söylüyorum. Kürtlerin yaşadıkları yerler o kadar çeşitlendi ki, Kürtleri ülkedeki merkezî yapıdan ayrıştırıp, Kürtler için sınırsal bir coğrafya kurmanın artık mantığı kalmadı. Kürtler Edirne’ye kadar geldi.