Türkiye’nin 40 yıldır hedeflediği AB’ye tam üye olmak yolunda müzakerelerin başlaması ne yazık ki, halkımızı mutlu edecek nitelikte olmamıştır.
Kabul edilen Müzakere Çerçeve Belgesi ve AB’nin Ek Protokol’e koyduğu karşı deklarasyonu ile Türkiye AB’ye tam üyelik hedefi bakımından 3 Ekim 2005’te, 1999 Helsinki Zirvesi’nin çok gerisine düşürülmüştür.
Türkiye’yi bu noktaya getiren aslında AKP Hükümeti’nin büyük bir aymazlıkla kabul ettiği 17 Aralık 2004 Zirve Kararları’dır. Ancak, Müzakere Çerçeve Belgesi’ne 17 Aralık Kararları’ndan da daha olumsuz yeni eklemeler yapılmıştır:
· Türkiye’nin tam üyeliği bakımından “AB’nin hazmetme kapasitesi” koşul olarak yer almıştır. Adı konmasa da, öteki verilerle birlikte dikkate alındığında halen gösterilen hedef “imtiyazlı ortaklık”tan başka bir şey değildir.
· Belgeye ayrıca Kıbrıs Rum Kesimi’nin uluslararası kurumlara katılmak istemesi halinde Türkiye’nin veto hakkını sulandırıcı bir hüküm eklenmiştir. Dönem Başkanı İngiltere’nin AB Konseyi ülkelerinin onayı ile bu maddenin Türkiye aleyhine yorumlanamayacağına ilişkin beyanın ise ne kadar geçerli ve yeterli olduğu kuşkuludur.
Bunların ötesinde, Müzakere Çerçeve Belgesi’nde müzakerelerin ucunun açık olması, müzakerelerin askıya alınabilmesi, Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanıma anlamına gelen Kıbrıs’la ilişkilerin normalleştirilmesi, uzun geçiş dönemleri, derogasyonlar, özel düzenlemeler ya da kalıcı koruma hükümleri konulması, serbest dolaşımın kısıtlanması gibi birçok olumsuzluklar korunmuştur.
17 Aralık Zirve Kararları, Ek Protokol’e eklenen AB karşı deklarasyonu ve Müzakere Çerçeve Belgesi’nde yer alan dayatmalara, uzun müzakere döneminde tek tek uymamız istenecektir.
Sonuç olarak, AKP Hükümeti iş başına geldiği günden bu yana AB ile ilişkiler ve Kıbrıs konusu başta olmak üzere hemen her alanda sürdürdüğü teslimiyetçi politikaları, dün verdiği yeni ödünlerle daha da pekiştirmiştir.
3 Ekim’in ertesinde bugün açıkça görülüyor ki; eğer Hükümet bu politikasında değişikliğe gitmez ve TBMM de Ek Protokol’ü onaylarsa Türkiye fiilen Kıbrıs Rum Kesimi’ni Kıbrıs’ın tümünün temsilcisi olarak tanımak zorunda kalacak, Kıbrıslı Türkler’in bağımsızlığı ve özgürlüğü, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki hakları feda edilecektir.
Kuşku yok ki, Rumlar’ın dayatmaları bundan sonra daha da artacak; Avrupa Parlamentosu’nun son kararında da yer alan Türkiye’nin askerlerini Kıbrıs’tan çekmesi, Türkiye’den Kıbrıs’a gidenlerin geri döndürülmesi dahi gündeme getirilebilecektir.
Türkiye tüm engelleri aşıp tam üye olsa bile, AKP Hükümeti’nin bu yaklaşımı ile derogasyonlar, özel düzenlemeler ve kalıcı koruma hükümleri ile ikinci sınıf bir üye olma riskini taşımaktadır.
Ne yazık ki, AKP Hükümeti’nin teslimiyetçi politikalarıyla Türk halkı böylesine küçültücü bir duruma düşürülmüştür.
Oysa, DSP’nin başında bulunduğu 57. Hükümet döneminde, 10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin diğer adaylarla “eşit koşullar”da üyeliği hedeflenmiş, Kıbrıs’ın dahi “önşart” olmadığı vurgulanmıştı.
Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, 3 Ekim, kesinlikle bir “zafer” değil, sorunların çözümünün sonraya bırakıldığı bir başlangıçtır.
Öte yandan, dün AKP Hükümeti’nin Türkiye’nin en önemli devlet sorunlarından biri olan AB ile ilgili çalışmaları parti genel merkezinden yürütmesi, devletin saygınlığı konusunda ne kadar özensiz olduğunu, adeta bir padişahlık anlayışı içinde hareket ettiğini çok açık olarak bir kez daha ortaya koymuştur.
Ayrıca, Müzakere Çerçeve Belgesi ile ilgili hazırlıklar son güne bırakılarak, kamuoyundan, Türk siyasî çevrelerinden ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden kaçırılmış; Türk halkı tam bir oldu-bitti ile karşı karşıya bırakılmıştır.