CEMAL A. KALYONCU /AKSİYON
Hayatına bütün olarak baktığımızda Nâzım Hikmet Ran’la uğraşan aslında Demokrat Parti (DP) değildi; tek parti dönemi siyaseti ve bürokrasisi onu 17 Haziran 1951’de Türkiye’den kaçmaya sürüklemişti. DP döneminin, Nâzım hususunda şöyle bir etkisi vardı: 25 Temmuz 1951’de bakanlar kurulu kararı ile Türk vatandaşlığından çıkarılmıştı. ‘Yetmez mi?’ denebilir. Fakat o noktada hükûmet haklı mı haksız mıydı tartışmaları beraberinde gelmişti zaten. Ama onun vatandaşlıktan çıkmasına giden yolda söyledikleri de yabana atılır şeyler değildi.
‘Sevdalınız Komünisttir’ kitabının yazarı Emin Karaca, “Bizim solcu milleti hakkaniyetli davranmaz bu konularda.” diyerek konuya giriyor. Ve Nâzım Hikmet’in ülkedeki en büyük düşmanının tek parti diktatörlüğü, hatta o sistemin de faşist ve militarist kliği olduğunu söylüyor. Karaca’nın delilleri arasında, Nâzım’ı Türkiye’de 17,5 yıl cezaevinde tutan süreç vardı. Dolayısıyla bunlar onun tasfiyesine yönelikti. Çünkü şiirlerinde sosyalizm ajitasyonu ve propagandası olan Nâzım, insanlar üzerinde etkiliydi ona göre: “Tabii gerek Harp Okulu Davası gerek Donanma Davası ile bu hedefine ulaştı tek parti diktatörlüğü ve gerçekten kapattı o kapıyı.”
Nâzım Hikmet’in Moskova yılları ve Türkiye’den temelli kaçışından sonraki pişmanlıklarını da eklediğimizde, Emin Karaca haklıydı aslında: “Nâzım’ın kendisi bile farkında değildi bir imajın cezalandırıldığına. Dreyfus Davası ile kendisini eşit kılıyordu mesela. Kendisi Dreyfus’a uğramış falan değildi; ama neydi bu başına gelen?”
17 Haziran 1951’de, o sıralarda Nâzım’ın üvey kardeşi Melda ile nişanlı olan Refik Erduran, tüm kaçış detaylarını bizzat hazırladığı bir planla komünist şairin Türkiye’den uzaklaşmasını sağlamıştı. Nâzım’ı uçak veya başka araçlarla kaçırma planlarını hiç gündeme almayan Erduran, akrabası Amiral Münci Ülhan’dan o zamanki Deniz Kuvvetleri’ne ait gemi, motor vesaire araçların azami hızlarını öğrenmiş, dolayısıyla onu kaçırmak için ne hızda bir deniz motoruna ihtiyacı olduğunu hesaplamıştı.
Bunun için iş adamı, sonraki yıllarda Akşam Gazetesi’nin sahibi olacak Malik Yolaç’ı buldu. Yolaç, Chris Craft motorunu satışa çıkarmış, Erduran da alıcı olarak deneme maksadıyla Nâzım’ı kaçıracağı motoru böylece elde etmişti. Fakat o sıralarda öldürülme korkusu ve askere alınması söz konusu olduğu hâlde Nâzım, kaçma fikrine hemen razı gelmemişti. Nâzım’a ‘Türkiye’den uzaklaşmalısınız’ dediğinde cevabı ‘Bana pasaport verirler mi ki?’ olmuş, bunun üzerine Erduran da ‘Pasaportsuz gidersin’ demişti kendisine. Erduran, Nâzım için ‘Garip bir laf etti sonunda’ diyerek aralarında geçen şu diyaloğu nakletmişti anılarını kaleme aldığı ‘İblisler, Azizler, Kadınlar’ kitabında:
“-Arkadaşlarla görüşmeliyim bunları.
-Hangi arkadaşlarla?
-Orasını sormayacaksın.”
Bu yorum da Erduran’ın: “Canım sıkıldı. Arkadaşlar dediğinin devrimcilik oynayan birtakım ‘aydınlar’ olduğu kesindi. Onların arasında ne tür insanlar bulunduğu da belli olmuyordu her zaman.”
Nâzım’ın ‘sormayacaksın’ dediği arkadaşlarının başında, kendisini bir parti disiplinine ait hissettiği Türkiye Komünist Partisi’nin o zamanki merkez komitelerinde görevli olanlar vardı. Bunların başında partide etkili ve yetkili olan Mihri Belli geliyordu. Gazeteci-yazar Emin Karaca’nın bizzat kendisinden dinlediğine göre, Nâzım’ın Türkiye’den kaçmasına bu komite karar vermişti.
Refik Erduran, Nâzım’ın yakın çevresinde ona etki etmeye çalışanlar olarak Mehmet Ali Aybar, Zekeriya Sertel, Vâlâ Nureddin ve onun eşi Müzehher’i söylüyor. Yakın arkadaşı Vâlâ Nureddin (Vâ-Nu)’in, Nâzım’ın 49-50 yaşında tekrar askere alınma kararı ile orada hem sağlık şartları açısından ölüme gideceği, hem de bir kör kurşuna hedef olabileceği korkusunu ona aşıladığı biliniyordu.
Yıldız Sertel ise babası Zekeriya Sertel’le birlikte, Münevver ve Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu)’in de Nâzım’ın kaçmasında önemli etkisinden bahsediyor. Çünkü Nizamettin Nazif’in emniyette tanıdıkları vardı. Hatta Nâzım’ın, Zekeriya Sertel’e anlattığına göre, ‘Nâzım ile Münevver bir gün sinemadan çıkıp bir yere gittikleri sırada bir araba üstlerine yürümüş. Orada duvara kıstırıp öldürmek istemişler, zor kaçmıştı ikisi o arabadan.’
Üzerinde en çok etkisi olan isim belki de sosyalist mücadelenin önde gelenlerinden Mehmet Ali Aybar’dı. Nâzım’ı kaçıran Erduran’ın Aybar’la ilişkisi de sıkı idi o dönem.
Aslında Nâzım Hikmet, çevresinin etkisinde kalmasa idi muhtemelen kaçmayacak veya kaçamayacaktı. Kaçma hususunda Nâzım’daki ani değişmeyi yakın arkadaşı Vâ-Nu da kayıtlara geçmişti ‘Bu Dünyadan Bir Nâzım Geçti’ kitabında. Evine gelen bir başkomisere şunları söylemişti: “Kaçmak hususunda asla tasmimi teammüdü yoktu. Önümüzdeki mevsimler için hazırladığı programları biliyorum.”
Nâzım, Türkiye’den son kaçışından önce girdiği İstanbul, Çankırı ve Bursa hapishanelerinde, aldığı toplam 28 yıl 4 aylık cezasını çekerken, 12 yıl 7 ay üzerine serbest kaldı. Tarih 15 Temmuz 1950 idi. Haberi Cerrahpaşa Hastanesi’nde yattığı sırada aldı.
Demokrat Parti, 1951’de, aslında 1950 öncesi sürekli CHP’nin gündeme getirdiği fakat bir türlü sözünde durmadığı bir af kanunu çıkardı. Başlangıçta Nâzım’ın ve Nâzım gibilerin affa dahil olması istenmemişti. Fakat iç ve dış kamuoyunda estirilen rüzgâr, Nâzım’ın lehine sonuçlandı. Nâzım, tutuklanmadan önce olduğu gibi bir yandan İpekçiler’e ait İpek Film Stüdyoları’nda çalışmaya başlamış, bir yandan Münevver Andaç’la bir araya gelmiş, doğacak çocuğu Memet’i bekliyor, diğer yandan Vâ-Nu’nun belirttiği gibi ‘gelecek günler için türlü hayaller’ kuruyordu. Bunlar da zaten onun kaçış için niyetli olmadığını ortayakoyuyordu.
Fakat, İkinci Adnan Menderes Kabinesi’nin 25 Temmuz 1951’de imza ettiği Nâzım’ın vatandaşlıktan çıkarılması kararını belki de haklı çıkaracak olay onun Türkiye’den kaçışı değildi.
Motorla Karadeniz’e açılan Refik Erduran, Nâzım’ı bir Romanya şilebine bindirmiş, üç gün sonra 20 Temmuz’da Bükreş Radyosu Nâzım’ın Romanya’da olduğunu açıklamıştı. Nâzım Hikmet, oradan 1921 ve 1925 yıllarında iki kez daha gittiği Moskova’ya geçmiş, havaalanında, iner inmez TASS muhabirine verdiği aşağıdaki demeç onun Türk vatandaşlığından çıkarılmasına yol açmıştı muhtemelen; Emin Karaca’nın belirttiği gibi süreci hızlandırdığı muhakkaktı:
“O kadar bahtiyarım ki, bütün hayatımı, aşkımı, idealimi bu muazzam şehre borçluyum. Ben Sovyetler Birliği’nin çocuğuyum. 24 yıl sonra bu büyük şehre gelirken tekrar kendi vatanıma dönmüş oluyorum. Stalin benim için mühimdir. Gözümün ışığıdır, fikirlerimin kaynağıdır. Beni Stalin yarattı. Moskova’da onun büyük ismini taşıyan üniversitede okudum. Her şeyimi ona borçluyum. O yalnız bütün dünyanın en büyük adamı değil, şahsen bana aydınlık veren en büyük kaynaktır.”
Evet, Nâzım’ın bu açıklaması, sevenlerini dahi hayrete düşürür ki onun bu sözleri söylemediğini iddia edenler oldu yıllarca, hâlen de oluyor. Fakat Nâzım üzerine kitap yazmış gazeteci-yazar Emin Karaca o görüşte değildir: “Onu bizim kimi solcular çarpıtıyor, inkâr ediyor, ‘demedi’ diyorlar. Mihri Belli diyor ki ‘Kulaklarımla duydum. Türkçe yayınlar servisi günlerce tekrarladı.’ Oradaki sözleri cümle cümle biliniyor ama bizimkiler es geçiyor.”
Nâzım hususunda söz söyleyenlerin pek çoğu gerçeğin peşinde değil sanki. Bir imaj oluşturma gayreti var. Mustafa belgeselinden dolayı Can Dündar’ın başına gelenleri hatırlatmaya gerek var mı bilmiyoruz.
O dönemlerin komünistler açısından dünyada kişiye tapma dönemi olduğunu hatırlatan Karaca, Nâzım için de “E sen de kapılarına gitmişin be kardeşim yani beni alın diye elbette o lafları söyleyeceksin. Sadece o değil, kim gitse o konumda, o psikoloji içerisinde aynı şeyleri söyleyecek.” diyor. Karaca’ya göre solun, Nâzım’ın bu sözlerini görmemesinin sebebi, çizilmeye çalışılan “Mustafa Kemal’e dost, Stalin düşmanı bir Nâzım Hikmet portresi. Ama böyle bir insan yok ortada.”
Türk vatandaşlığından çıkarılan Nâzım Hikmet’e dedelerinin memleketi Polanya kucak açtı. O da Polonya vatandaşlığına geçip Verzanski soyadını aldı. Ölümünden kısa süre önce ise Sovyet vatandaşlığına geçmişti.
Moskova’da imkânları iyi olan Nâzım, huzuru bulmuş değildi. Sürekli yurt dışı konferanslara katılıyordu. Moskova’da da kadınlar önemli yer tuttu hayatında; Galina Grigoryevna Kolesnikova, Vera Tulyakova. İlk evliliğini Sovyetler Birliği’ne ilk gittiği zamanlarda yapmış, önce Nüzhet Hanım’la, ardından da Rus kızı Dr. Lena ile evlenmişti. Piraye Altınoğlu ve teyzesinin kızı Münevver diğer aşkları idi. Onu gerçekten seven Münevver, tehlikeli yolculuğu da göze alarak oğlu Memet Andaç ile birlikte Polonya’ya, onun yanına gitmiş, ama Nâzım çocuğunun annesini yeğlememişti diğerlerine. (Hep karıştırılır, Memet ile Mehmet Fuat Bengü. Mehmet Fuat, Piraye’nin Vedat Örfi Bengü ile evliliğinden oğluydu.)
Pek çok konuda kafa karışıklıkları olan Nâzım’la alakalı hemen herkesin hemfikir olduğu bir husus vardı. Nâzım Hikmet, Türkiye’den kaçıp gittiği Moskova’da, 1920’lerdeki gibi bir ortam bulamayacağını anlamış, beklentileri kısa zamanda hayal kırıklığına dönüşmüştü. Sabiha ve Zekeriya Sertel’in kızı Yıldız Hanım anlatıyor o günleri: “Nâzım büyük hayallere kapılmıştı. Sovyetler’de komünistliğin kurulduğunu, insanların daha iyi yaşadığını, özgürlük olduğunu filan zannediyordu. Sovyet rejiminin iyi bir şey olduğunu düşünmüştü. Ama sonra hayal kırıklığına uğradı. Rejimi tenkit etti, edebildiği kadar.”
Hatta Türkiye’den öldürüleceği korkusuyla kaçan Nâzım, Zekeriya Sertel’in anılarına göre Moskova’da da aynı ölüm tehlikesi ile yaşamıştı. Sertel’in kızı Yıldız Hanım onu da şöyle anlatıyor: “Şoförü, Nâzım’a, ‘Ben senin yanında çalışmayacağım. Çünkü sana kötülük yapmamı istiyorlar’ demiş. Yani Sovyet emniyeti pek memnun değildi ondan.”
Hele ölümüne yakın günlerde artık pişmanlığı iyiden iyiye artmıştı onun. Onunla Leipzig’de Bizim Radyo’da beraber çalışan Yıldız Sertel, Nâzım’ın son yıllarında büyük bir hayal kırıklığı içerisinde bulunduğunu, “İmkân olsa ben buradan Batı’ya giderdim ama bunu yapamam.” dediğini de hatırlıyor. Kimilerine göre Laz İsmail lakaplı İsmail Bilen, Nâzım’ın, Moskova’da yönetimle arası bozulsun diye çalışmalar yaptığı da olmuştu.
Nâzım hususunda önce pek konuşmak istemeyen, Nâzım Dosyası kitabını yazan Ahmet Selim, onun bütün bu yaşadıkları, pişmanlıkları neticesinde acınacak bir adam olduğunu düşünüyor. Selim’in, Polonya’da ayağına kadar gelmiş Münevver ve çocuğunu değil de âşıklarını yeğlemesini ise ‘onun hainliği’ olarak görüyor.
Nâzım’a en büyük eleştirilerden biri de geçmişte Fuat Uluç’tan gelmiş. Fuat Uluç, ki soyadı çağrışım yaptırmıştır, gazeteci Hıncal ve Öcal Uluç’un babası. Asker olan Uluç’un, ‘Nâzım Hikmet ve 1938 Harbokulu Olayının Gerçek Yönü’ adıyla 1967’de basılan kitabında “Şairdir fakat büyük değil. Bu topraklarda doğmuştur, fakat Türk değil. Hasret şiirleri yazar, fakat samimi değil. Memleketçi görünür, fakat yurtsever değil.” dediği dikkatlerden kaçmıyor. Kitap, görüşlerini almak istediğimiz fakat Hıncal Uluç’un “O konuyu konuşmuyorum” dediği kadar var. İşte oradan bir bölüm, sayfa 58: “Karım diye peşinden sürüklediği, kirli kaderine ortak ettiği, hakkında hasret şiirleri yazdığı bu zavallı Türk kızını, oğlu Mehmet’le Varşova’da yüzüstü bırakmıştır. (…) Hainin böylesine 28 yıllık hapis cezası azdır. Yağlı iplere bakıp kaşıdığı kıllı kalın ensesinden asmak da kâfi değildir. Kanunlar müsaade etmeliydi, biz de biraz katı yürekli olmalıydık da her azasını ayrı ayrı idam etmeliydik mendeburun.”
Selanik’te dünyaya gelen Nâzım Hikmet Ran, bir deniz motoruna atlayıp Türkiye’den kaçmıştı. Fakat yıllar önce Nâzım’ın anneannesinin babası da Dolmabahçe açıklarında demirleyen mektep gemisinden kaçarak Osmanlı’ya iltica etmişti. Mehmet Ali ismini alan bu kişi Fransız-Alman sınırındaki Magdeburg kasabasından Julien Dietrich’ti. Babası ise Alman besteci Frederik Schuman ile akrabalığı bulunan Karl Dietrich adında bir müzisyen. Sultan Abdülmecid’in, himayesine alarak, daha sonra sadrazamlığa gelecek Hariciye Nazırı Ali Paşa’ya manevi evlat verilmesini istediği Hügonot olarak adlandırılan Prostestanlık mezhebine mensup bu kişi Müslüman olduktan sonra eğitimlerini tamamlar, Müşir Mehmet Ali Paşa olup Osmanlı ordusuna hizmet eder. Macar veya Magdeburg Paşa olarak da bilinir ve Kafkaslardan gelen Çerkes Hafız Paşa’nın kızı Ayşe Sıdıka Hanım’la evlenir. Hafız Paşa’nın diğer kızı Hatice Hanım da Sabri Paşa’nın eşi olur. Sabri Ülgener, Hatice Hanım’ın kızından torunudur. Sabri Paşa’nın kardeşi Ahmet Efendi’nin torunu ise İstiklal Harbi’nin ünlü kumandanlarından Kazım Karabekir Paşa’dır.
Müşir Mehmet Ali Paşa’nın Ayşe Sıdıka Hanım’la evliliğinden ayrı bir dünya kurulur. Zekiye, Hayriye, Leyla ve Adeviye adlarını verdikleri 4 kızları doğar. Zekiye, İsmail Fazıl Paşa ile -ki Ali Fuat Cebesoy’un babasıdır- olur. Hayriye, Hareket Ordusu Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ile evlenir. Nimet, Muhsin, Tahsin, çocuklarıdır. Nimet, İttihatçıların İzmir valisi Rahmi Aslan’la evlenir. Tahsin Bey’in oğlu ise ünlü Mehmet Ali Aybar’dır.
Leyla Hanım ise Nâzım Hikmet’in ailesindeki bir başka yabancı kolu teşkil ettirir, o da Hasan Enver Paşa ile evlenir. Enver Paşa, asıl adı Konstantyn Borzecki olan Polonyalı Mustafa Celalettin Paşa’nın oğludur. Ülkesindeki iç ayaklanmaya katıldığı için önce Fransa, ardından Osmanlı’ya sığınan Celalettin Paşa, orduya katılır. Müslüman olup maiyetinde bulunduğu Ömer Paşa’nın kızı Sıdıka (Saffet) Hanım’la birleştirir hayatını. Eski ve Modern Türkler eserini kaleme alan kişidir.
Hasan Enver Paşa-Leyla Hanım evliliğinden Münevver, Mustafa Celalettin, Mehmet Ali, Sare ve Celile dünyaya gelir. Münevver Hanım, Samih Rifat ile evlenir; şair Oktay Rifat onun oğludur. Sare Hanım ise ilk evliliğini ünlü iş adamı, siyasetçi Şevket Mocan’la yapar. Celile Hanım şair, Vali Nâzım Paşa’nın oğlu Hikmet Nâzım ile nikâhlanır. Hikmet Nâzım’ın iki kardeşi vardır, Mediha ve Güzide. Mediha Hanım’ın da Kolağası Necip Bey ile evliliğinden biri bir dönemin ünlü gazeteci yazarı Mehmet Celalettin (Ezine) ile Mustafa Orhan adlarında çocukları olur. Celile-Hikmet Nâzım çiftinin Samiye ve Nâzım Hikmet (Ran) adlarında çocukları gelir dünyaya. Nâzım Hikmet, dedesi Nâzım Paşa’nın edebi yönünden etkilenmiştir.
Görüldüğü gibi Nâzım Hikmet kolları dallanıp budaklanmış bir aileye mensuptur. 20 Kasım 1901’de doğmasına rağmen bir yıl daha genç gözüksün diye doğum tarihi 15 Ocak 1902 olarak kaydedilir. Nâzım, Galatasaray Lisesi’nin hazırlık sınıfında okudu, Nişantaşı Sultanisi’nden mezun oldu. Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirdi. Hamidiye kruvazörüne girdi, sağlık sorunları sebebiyle askerlikten çürüğe çıkarıldı. Şiire her zaman ilgisi vardı. 1921’de arkadaşlarıyla Ankara’ya geçmek için yola koyulurlar. Ancak arkadaşlarından Vâlâ Nureddin ile kendisine izin çıktı. Tam Anadolu’ya geçmek üzere iken İnebolu’da, kendilerine Spartakistler diyen sonradan CHP’de önemli görevler alan sosyalizm savunucuları ile tanıştılar. Fikirleri bu şekilde değişmeye başladı. Ankara’da İstanbul gençliğini millî mücadeleye çağıran şiirler yazma görevi verildi onlara. Kısa süre sonra öğretmen olarak Vâ-Nu ile birlikte Bolu’ya atandılar. Camiye gitmeyen, kalpak giyen aykırı tutumları ile burada göze batarlar. Ağır Ceza Mahkemesi Reis Vekili Ziya Hilmi, onları korumanın yanında Spartakistler’in yarım bıraktığı işi de tamamlar onlar üzerinde. Ve Ziya Hilmi’nin etkisiyle yola çıkıp ikisi birlikte 30 Eylül 1921’de Batum’a varırlar. Böylece iki genç şair henüz yirmi yaşında komünizm diyarına ayak basar. Ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV)’ne kaydoldular. Burada yazdığı şiirleri 1923’te Yeni Hayat ve Aydınlık gibi dergilere gönderen Nâzım, bir yıl sonra da yine gizlice Türkiye’ye döner. Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar. Polis tarafından izlenmektedir. Va-Nu’nun ‘Bu Dünyadan Bir Nâzım Geçti’ kitabından da anlaşıldığı üzere, o, zamanın MİT’i Ayn-Pe görevlisi ünlü yayıncı Tahsin Demiray tarafından da Bolu’da iken izleniyordu. İzini kaybetmek için İstanbul’dan uzaklaşıp İzmir’e gitti. Şeyh Said İsyanı üzerine çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu çerçevesinde Aydınlık çevresindeki yazarlar tutuklandı. Nâzım da gıyaben 15 yıl ceza aldı. 1926’da Cumhuriyet Bayramı sebebiyle çıkarılan aftan yararlanma hakkı doğdu. Fakat pasaport alma isteği kabul görmeyince, yine gizlice İzmir’den İstanbul’a ve oradan da Moskova’ya kaçtı. İstanbul’da gizli bildiriler dağıtmaktan açılan davada gizli parti üyesi olmak suçlaması ile 3 ay ceza aldı. Yine gizlice yurda girerken Laz İsmail lakaplı İsmail Bilen’le Hopa’da yakalandı. 1961’de Sovyet vatandaşlığına geçebilmek için Kruşçev’e yazdığı mektupta ‘Parti işleri için Türkiye’ye gittiğini, 1925 yılı sonunda, Ankara’da yeraltı çalışmaları gösterdiğini, bunun için gıyaben 15 yıl hapis cezasına çarptırıldığını’ kaleme aldı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında üst üste cezalar alıyordu. Bir yandan da şiir ve eser yayınlamaya devam ediyordu. 1938’de ‘askerî kişileri üstlerine karşı isyana teşvik’ suçuyla 15 yıl, ardından Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesi’nce ‘askerî isyana teşvik’ suçundan 20 yıl aldı. Mahkeme iki cezayı birleştirip bazı gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirdi. Nâzım Hikmet’in Türkiye’den kaçmadan önce hapis yattığı ceza buydu.
3 Haziran 1963’te ölen Nâzım, 5 Ocak 2009 tarihinde, yine iktidardaki bir sağ hükûmet tarafından iade edilen Türk vatandaşlığı hakkına kavuştu.