Herkes şu sorunun cevabını arıyor:“Neden terör örgütü PKK yeniden eylemlere başladı?”Neden bunları yeniden tartışmaya başladık?” Bu soruya akılcı bir cevap verilmedikçe, bu soru üzerinden kurgulanmak ve yürütülmek istenen tartışmaların tamamı anlamsız olacaktır. Bu sorunun cevabı verilmeden, Türkiye’nin bu süreçte “inisiyatif sahibi” olup olmadığı anlaşılamayacaktır. Bu sorunun cevabı verilmeden, ortaya konulmak istenen öneri ve modellerin hiçbir geçerliliği olmayacaktır.Dolayısıyla sorun, öncelikli olarak bir “teşhis koyma” sorunudur.Anavatan Partisi olarak, Türkiye’deki siyaset kurumunun inanılmaz bir “akıl tutulması” yaşadığı ve bu konuda “teşhis koyma” becerisini sergileyemediği kanısındayız.Türkiye’de uzun ve derin bir tarihi olan bir “bölücü hareket” sorunu vardır. Bu hareket son 30 yılda, geçmişte rastlanmadığı ölçüde ivme kazanmış ve Türkiye bunun karşılığında ağır bedeller ödemiştir.Bugün itibariyle küçümsenemez mevziler kazanmış olan “bölücü hareket”in varlığını teşhis ve ifade konusunda anlaşılması zor bir akıl tutulması yaşanmaktadır.Sorunu “bölücülük sorunu” olarak tanımlamak neden bu kadar güçleşmiştir?Doğru teşhis için, işe “Neden yeniden terör?” sorusunun cevabını aramakla başlayalım.
Öcalan’ın yakalanışından bugüne kadarki süreç
PKK, 1999 yılında örgüt elebaşısı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla büyük bir darbe almış, terörist yöntemler düzleminde “uykuya çekilmiş”, bir anlamda da derin bir zaaf içine düşmüştür. Bu zaaf, özellikle kendi gücüne inandırmak, yıldırmak ve sindirmek istediği hedef kitlesi üzerindeki hegemonyasının yavaş yavaş ortadan kalkması ve Türkiye’de, Türkiye’nin bütünlüğü içinde, Türkiye’nin birinci sınıf vatandaşları olarak yaşamak arzusunda olan Kürt kökenli vatandaşlarımızın bu örgütün baskı ve yıldırmasından azade olabilecekleri bir ortamın yavaş yavaş doğmaya başlamasıdır.Silahlı kuvvetlerimizin bu süreçteki etkin müdahaleleriyle, Kuzey Irak bölücü örgüt için bir “çatışma ve savunma alanı”na dönüşmüş, geçmişte olduğunca bir “geri üs” olarak kullanılması imkanı ortadan kalkmıştır. Dönemin uluslararası konjonktürü de bu sonucu hazırlayan, bu sonucu mümkün kılan bir nitelik taşımaktaydı. Ancak 1 Mart Tezkeresi’nin reddinden sonra, bölücü örgüt Kuzey Irak’ı yeniden bir “geri üs” olarak kullanabilme, derlenip toparlanabilme fırsatını yakalamıştır.“Neden terör başladı?” sorusunun cevabı açıktır: Bölücü terör örgütü, yaşadığı toparlanma döneminin ardından, yeniden “inisiyatif almak” derdine düştü. Bölücü örgüt hem Türkiye’ye, hem uluslararası aktörlere kimi mesajlar iletmeye çalışır, yeniden bir toplumsal taban örgütlemek ve denetimi elinde tutmak kaygısıyla hareket eder duruma geldi.Unutmayalım ki PKK Stalinist bir örgüttür ve Öcalan bu işe nasıl başladığını, bu örgütü nasıl bu hale getirdiğini, yani hangi metotların ne işe yaradığını unutmuş değildir. Terör örgütü, kurulduğu günden bu yana, “bütün olası rakiplerin tasfiyesi”ni temel önceliklerinden biri olarak belirlemiştir. “Öldürelim, otorite olalım!” bölücü örgütün ana ilkelerinden biridir. Hikmet Fidan cinayeti de dahil olmak üzere son dönemde şehirlere kadar uzayan PKK eylemlerinin tek bir hedefi vardır: “Biz yok olmadık ve pazarlık edilecekse bu bizimle olur.”
Bölücü hareketlerin doğasını ve yapısını iyi kavramak gerekir:Bölücü hareketler, kendi hedef kitleleri dışındaki herkesi “ötekileştirmeye”, “yabancı kılmaya” çalışır. Başka herkesi “öteki kılmak”, birer “yabancı”ya dönüştürmek girişimi bölücü hareketler için ideolojik bir zorunluluktur. Bölücü hareketler için bir “meşruiyet alanı” inşa etmek, toplumun diğer bütün unsurlarını “yabancı” kılmayı başarmak anlamına gelir.
Bölücü hareketin amacı da öncelikle hedef kitlesini dünya gerçeğinden koparmaktır. Çünkü bölücü hareketin amacı renkliliği öldürmektir; hem kendi hedef kitlesini, hem de toplumun “ötekileştirmeye çalıştığı” diğer unsurlarını tek-biçimli kılmaya, yani onlara üniforma giydirmeye çalışır.İdeolojik körlük üzerine kurulmuş bulunan bölücü hareketlerin temel özelliğidir bu: Üniforma saplantısı!Bu, topluma “deli gömleği” giydirmektedir.Bölücü hareketlerin kendini yasladığı en temel alan farklı/ayrışık kimlik fikridir. Etnik-dini-kültürel çeşitliliği, ortak yaşama kültürünün vazgeçilmez unsuru kılmak başka bir şeydir; bunu abartılı, ırkçılığa ve ayrılıkçılığa varan kolektif kimlik fantezilerinin konusu kılmak bambaşka bir şey. Bölücü hareketin meşruiyet arayışı aslında bir “sıkıdüzen” arayışıdır. Baskıyı yeni bir baskıyla, boğucu standartları yeni boğucu standartlarla, düşüncenin ve özgürlüğün içine düştüğü ataleti yeni bir ataletle örter; ütopya satar, bir hayal dünyası satar, oysa kâbus ve umutsuzluk doğurur.
Bölücü hareketler, öngördüğü “ötekileşme ve yabancılaşma”yı derinleştirebileceği her yöntemi amaç için meşru kabul eder. Tam bu noktada terörün bir araç olarak eşi bulunmaz değeri ortaya çıkar. Çünkü terör bilhassa masum insanlara yönelik eylemleri ile bir yandan bu topyekun ayrışmayı kışkırtırken, diğer yandan sisteme ve düzene karşı duyulan güveni de tahrip eder.
PKK da Marksist Stalinist silahlı propaganda hedefine bağlı, bölücü bir terör örgütüdür ve basit bir Marksist paradigmanın “etnik milliyetçilik” üzerine kurgulanmış modeli ile çalışır.
Marksist terminolojinin “kendiliğinden sınıf - kendisi için sınıf” tanımlamasının “kendiliğinden ulus - kendisi için ulus” kurgusuna dönüştürülmüş versiyonudur.
PKK’ya göre Kürt ulusu kendiliğinden bir ulustur ve kendisi için ulus olmak bilincine eriştirilmesi gerekir. Bunun için başvurulan yöntem Stalinist silahlı propaganda, yani önce sindirme ve yıldırma, sonra insanları kurgulanmış bir çatışmanın içine sürükleyerek, öngörülen bilinç düzeyine taşımaktır.
Buradan kolaylıkla anlaşılacaktır ki çatışmanın öteki tarafı, PKK için, her zaman Türkiye Cumhuriyeti olagelmiştir.
Soruna ilişkin olarak geliştirilen yaklaşımlar
Şimdi terörün yeniden tırmanışa geçmesi üzerinden açılan tartışma başlıklarına ve üretilen “tutumlar”a daha sağlıklı biçimde bakabiliriz.Türkiye ne yazık ki hep “kriz-odaklı” yönetilen ve kendisi dışında gelişen süreçlere hep “refleksleri” ile karşılık veren bir ülke konumunda olagelmiştir.Bugün sorulması gereken sorular şudur: “Terörün tırmanışı, son dönemde Türkiye’yi yeniden refleksleriyle yönetilen bir ülke mi kıldı? Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, PKK yeniden teröre başlayınca, bir tür “panik siyaseti”nin içine mi sürüklendi? Bu panik duygusunun sonucu olarak mı örgüt terminolojisinden devşirilmiş terimlere başvuruldu ve bölücü örgütün “muhatap alınmakta olduğu” izleniminin doğacağı bir yaklaşım geliştirildi? Terör Türkiye’nin, öngördüğü reflekslerine göre davranacağını bildiği için kendi kurgusuyla Türkiye’yi yönetmeye mi başladı ve Türkiye bir hipnozun etkisi altında, olup biteni iyimser bir bekleyişle seyretmekle mi yetiniyor?”
Şunu bir kez daha vurgulamak gerekir ki bölücü örgüt, yeni bir tartışma üzerinden kazanımlar elde etmek ve “muhatap haline gelmek” çabası içindedir. Ayrıca, bu dönemi, terörü kullanmak yoluyla “gerçek inisiyatif sahibinin kendisi olduğu”nu tescil etmek amacıyla değerlendirme çabasını sürdürecektir.
Hükümetin tutumu
Tarifsiz bir söylem sığlığında boğulduğumuzu görmek zorundayız. Tabii burada PKK ve yandaşlarının durumunu ayırmak gereklidir. Çünkü onlar kendi amaçlarına göre kurgulanmış bir iletişim yönetmektedirler ve onlar için anlamlı olan tutarlılık değil, taktik yararlılıktır.Sn. Başbakan’ın “Aydınlarla Buluşma” başlığı altında gerçekleştirdiği popülist organizasyonda ve hemen ardından gelen Diyarbakır gezisinde “Kürt Sorunu” tanımlamasına başvurmasını bu çerçevede ve yeterince tartışmadığımız açıktır. Türkiye’nin son 30 yılında belirleyici etkisi olan böyle derin ve önemli bir tartışma alanına “hükümet tarafından getirilen tanım”ın, hemen hiç tartışılmadan kabul görmüş olması dikkat çekicidir ve Türkiye’nin bir tür “düşünce ataleti” ve “hipnoz durumu” içinde yol aldığını kanıtıdır. Soruna “Kürt Sorunu” tanımı getirilmesi yanlıştır. Bölücü hareketin yıllardır benimsetmeye, yerleştirmeye çalıştığı bu tanımlama biçimi, her şeyden önce bölücü ideolojinin içine yüklediği pek çok çağrışımla yüklenmiş durumdadır.Bu yaklaşımdan, Kürt etnik kökenli vatandaşlarımıza özgü veya onların etnik kökenleri ile ilişkilendirilebilecek hiçbir sorunun bulunmadığı gibi bir anlam çıkmamalıdır. Ama “Kürtlerin sorunları” demek ile “Kürt sorunu” demek arasında dağlar kadar fark vardır.Bizim güncel olarak karşı karşıya bulunduğumuz önemli bir sorun, etnik milliyetçi bölücü hareket ile iradesini bu harekete teslim etmemiş ya da etmek istemeyen Kürtler arasındaki ayrımı net bir biçimde yapabilmek, tanımlayabilmektir.PKK’nın stratejisi ise başından beri bu ayrımı ortadan kaldırmak ve kendisi ile özdeşleşmiş bir Kürt halkı ve onun bağımsızlık mücadelesi veren örgütlü varlığı algısını yerleştirmektir. Sorun Kürt sorunu olarak tanımladığında, terörist PKK ile Kürt halkı ve onun hak ve hukuku arasındaki mesafe ortadan kaldırılmış olur. Tanımlamak bu kadar önemlidir ve hayatidir.Özetlemek gerekirse, bu tanımlama bölücü hareketin patenti altında bir tanımlamadır ve bu tanımlamanın hedefi bölücü hareketi, terör örgütü PKK’yı ve onun uzantılarını Kürt halkının bütün meşru taleplerinin temsilcisi olarak sunma çabasının stratejik adıdır. Bu tanımlama en başta bu yüzden kabul edilemez. Ayrıca bu tanımlama kendisini bölücü hareketten ayrı ifadelendirmek isteyen Kürt kökenli vatandaşlarımızı, “aynı tanım içinde bir araya getirdiği” ve “homojen bir kitle olarak varsaydığı” için kabul edilemez.
Yine aynı buluşmanın yazılı metninde ifadesini bulan ‘demokratik cumhuriyet’ ibaresi de bölücü terör örgütünün patentinde bir ibaredir ve bu ibarenin kastettiği şey, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası’nın kastettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik karakteri asla değildir. Burada kastedilen kurucu iki unsurun varlığı anayasayla güvence altına alınmış yeni ve farklı bir modeldir
. Diğer deyişle, bölücü örgütün demokratik cumhuriyeti bizim anayasamızın demokratik cumhuriyeti değildir. Türkiye Cumhuriyeti'ni reddeden bir anlayışın önerdiği ve dayatmak istediği bir modelin adıdır. Bölücü hareketin aralıksız tekrar ettiği bir tezin ve stratejik hedefin simgeleştirildiği bir ifadedir.
Dolayısıyla, Sn. Başbakan’ın, Öcalan’ın tanımladığı ve kabul ettirmeye çalıştığı “demokratik cumhuriyet” yaklaşımını dile getirmiş olması ve sorunun çözüm perspektifini örgütün jargonuyla adlandırmış olması önemli bir yanılgıdır. Ama daha önemlisi, Sn. Başbakan’ın işlediği hatayı anlamış olması nedeniyle, Diyarbakır gezisinde bu tanıma başvurmamış olmasıdır. Bu durum, hükümetin “konuyu analiz etme” ve “siyaset üretme” konusundaki “ciddiyet ve yeterliliği”ni anlamak için iyi bir örnektir.
Nitekim, “Aydınlar Buluşması” metninden sonra bölücü örgüt ve uzantılarının bunu olumlu bir gelişme olarak değerlendirmesi, bu ifadelerin bir “parola etkisi” yarattığını göstermektedir.
Hükümet, gelinen noktada, “sorunun adını koyduk” tavrı içindedir.
Bugün bölücü hareketin çeşitli unsurları ve uzantıları sorunun adının konmuş olmasından memnundur, ama tarifinin ve tanımının yapılmamış olmasından şikayetçidir.
Bu bile, sorunun tanımının farklı ideolojik karşılıkları olduğunu kanıtlamaya ve bugün pek çok kesimin “çift anlamlı” bir dil kullanmaya neden özen gösterdiklerini anlamaya yetecektir. Bölücü örgütün ve siyasal uzantılarının, kendi stratejik hedefleri doğrultusunda, çift anlamlı bir dil kullanmaları, bir şeyden söz ederken başka bir şeyi ima etmeleri kanıksanmış bir tutumdur. Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı’nın Diyarbakır’da “terör ve şiddete karşı çıkıyoruz” şeklinde “çift anlamlı ifadeler” kullanması alışılmamış bir durumdur. Bu tutumlar, sorunun netleşmesine katkıda bulunmamakta, tam tersine içinde bulunduğumuz durumu daha çapraşık hale getirmektedir.
Oysa bir kez daha vurgulayalım ki bakışı netleştirmek için, soruna “doğru teşhis” koymak gereği vardır.
Sorunun tanımlanması
“Terör”, oynanmaya çalışılan oyunun yan başlıklarından sadece birisidir. Eğer Türkiye teşhisi doğru koyamaz ve “teröre odaklı bir reaksiyon politikası” ile yetinmeye kalkışırsa, sorun daha içinden çıkılmaz hale gelecektir.Bu tuzağa bir kez daha düşmemek için, öncelikle şu soruyu cevaplamak durumundayız:
Bölücü hareketin yeni bir evresine mi geçiliyor?
Şiddetten arındırılacağı varsayılan, meşru bir demokratik haklar mücadelesi biçiminde, terör yoluyla mücadelenin talep edebileceğinden çok daha fazlasını talep edebilecek, gelişmesi beklenen AB süreçleriyle paralellik sergileyen yeni bir evre mi öngörülüyor?PKK’nın “sözde tasfiyesi” ve yeni bir evreye geçiş senaryosu PKK tarafından ya da PKK’nın iradesini yönlendirenler bakımından kurgulanmış bir süreç ise, bu konuya ilişkin siyaseti-inisiyatifi PKK kuruyor demektir. Öyleyse bu “Türkiye’nin inisiyatifi” değildir. Bu inisiyatifte Öcalan’ı farklı kılan şey sadece kendi durumudur. PKK’nın nihai olarak yok edilmesi diye bir senaryo zaten kimsenin zihninde var görülmemektedir. Terör örgütü sorunun geleceğinde, “kısmî silah bırakma” ya da “geçici ateşkesler” gibi taktik adımların ötesinde, varlığını belli bir düzeyde korumaya devam edecektir. Terör örgütünün başka bir mekânda ve/veya başka bir zamanda mutlaka bir işe yaracağı hesap edilecektir ki Öcalan da İmralı’dan gönderdiği mesajlarında bunu apaçık dillendirmektedir. O kısmını senaryoya bırakırsak şimdiki sorun nedir?
Teşhisi doğru koyalım:
Sorun “terör sorunu” değildir.
Sorun bir yanda “terör tehditi”, diğer yanda “aman, terör olmasın da ne olursa olsun; herkes şiddetten uzak dursun” şeklindeki bir ikili şemaya sığdırılamayacak, bu yolla basitleştirilemeyecek kadar derin ve önemli bir sorundur.
Sorun “bölücülük” sorunudur.Sorun “bölücü hareket”in geçmeye çalıştığı yeni evreyi kavramak ve buna göre bir strateji, buna göre politika ve önlemler geliştirmek sorunudur.Sorun asla tek başına bir terör sorunu değildir. Çünkü terör bir amaca tahsis edilmiştir ve terörün tahsis edildiği amaç bölücü hareketin ta kendisidir. Ve bölücü hareketin kullanabileceği tek araç, tek yöntem hiçbir zaman terör olmamıştır. Ve son günlerde yükselen PKK terörünün amaçladığı şey terörü geride bırakan ve yeni siyasi araçları mümkün ve işler kılan mevziler yaratmaktır. Ve hükümetin ortaya koyduğu tutumla bu mevzilerden bazıları ne yazık ki bölücü hareket tarafından kazanılmış gözükmektedir. Daha üzücü olan Türkiye’nin adeta bir hipnozun altındaymış gibi davranmasıdır. Özellikle kendisini terörle mücadelede uzman gibi gören ya da niteleyen kişi ya da kesimlerin bu konuya ilişkin tutumları ne yazık ki bölücü hareketin yeni stratejisini anlamaktan ve yeni stratejisi karşısında anlamlı, işe yarar tedbirler geliştirmekten son derece uzaktır.
Bir kez daha vurgulamak gerekir ki bölücü hareket terörü de geride bırakan yeni bir evreye geçme hazırlığı içindedir. Bu evre bölücü hareketin özellikle siyasi araçları daha etkili kullanabileceği bir vasatın yaratıldığı ve Türkiye’nin uluslararası ilişkileri üzerinden bir takım yaptırımlara zorlanacağı bir evre olarak tasarlanmaktadır. Ve sırf bu nedenle dünya kamuoyunda teröre karşı duyarlılığın son derece yüksek olduğu, bugüne kadar PKK’yı ve PKK terörünü lanetlemekten uzak duran Avrupa çevrelerinin, birden bire PKK’yı ve PKK terörünü suçlayan, dışlayan tutumları karşısında bu yeni stratejiyi benimsemek bölücü hareket açısından hem bir zaruret hem de yeni fırsatların varlığı anlamına gelmektedir. Bu noktada PKK’nın geliştirmeye çalıştığı inisiyatifin anlamı, yine bu sürecin kendi liderliğinde ve kendi önderliğinde gerçekleşmesi konusunda kendi pazarlık gücünü ortaya koymak tutumudur.
Bu noktada konuyu terörden ibaret gibi görmek ve terörün yarattığı tehdit algılaması karşısında ‘aman şiddet dursun, aman terör olmasın, ne olursa olsun’ gibi belki iyi niyetli ama geçerliliği, hayatın gerçekleriyle uyumluluğu son derece kuşkulu, biraz da safiyane bir tutuma sapmanın stratejik anlamda ne gibi zaaflar yaratabileceği ne yazık ki gözden kaçmıştır
. Ve bu noktada Türk siyaseti sınıfta kalmıştır.
Oysa sorun “siyaset”in sorunudur.
“Terör”le mücadele güvenlik güçlerimizin işidir ve güvenlik güçlerimiz bu mücadeleyi fedakarca yerine getirmektedir.Oysa “bölücülük”le mücadele güvenlik güçlerinin başat aktör olarak yer alabileceği bir alan değildir.“Bölücülük”le mücadele ancak ve ancak siyaset kurumu eliyle yürüyebilir.Bu nedenle, mücadelenin perspektifini “terör odaklı” olmaktan çıkarmak, “bölücülük-ayrılıkçılık odaklı” bir stratejik yaklaşım geliştirmek gereği vardır.Bölücü hareketin, bu yeni evrede, “paralel toplum” yaratmak iddiasının farkına varmak lazımdır. Bu bağlamda, devletin çeşitli kademelerinin soruna ilişkin tutumlarının farklı olduğu algısını yaratacak iletişimlerden özenle kaçınmak gerekir. Çünkü bu, bölücü örgütün baskı ve yıldırması karşısında devletin mücadele kararlılığına ve adaletine inanmayı bekleyen vatandaşların zihninde paralel devlet algılamalarına kapı aralayabilir. Bir bölücülükle mücadele stratejisine bu nedenle de gerek vardır.Başbakan’ın Diyarbakır gezisinde kurulan iletişimin yarattığı en dramatik bu bağlamda gerçekleşmiştir ve ülkenin bölünmesinden kaygı duyan bütün vatandaşlarımızın zihninin bulandıran bir olay yaşanmıştır. DEHAP’lı Belediye Başkanlarının ortak açıklamaları ve Diyarbakır Belediye Başkanının özenle seçilmiş dille ifade ettiği “misafir” söylemi ihmal edilebilecek bir şey değildir. Zira vatandaşların zihninde bir paralel ülke imajına kapı aralamaktadır. “Derin Devlet”, Demokratik Cumhuriyet” gibi özel imalarla yüklü her türlü kavram ve çağrışım da vatandaşın zihninde “paralel devlet” algıları yaratarak müthiş zihin çatlaklıkları açmaktadır.
Sorunun uluslararası/dış politika boyutu
Terör örgütleri kim tarafından ve hangi amaçla kurulmuş olurlarsa olsunlar mutlaka bu amaçların dışında başka gayeler ve işler için de kullanılırlar. O yüzden terör örgütlerinin hamisi olan ülkelerden bahsederiz. Öcalan’ın ve PKK elebaşılarının yıllarca Suriye’de Esad, Irak’ta Saddam tarafından himaye edildiklerini, hatta Öcalan’ın Yunanistan elçiliğinde bir süre konuk edildikten sonra yakalandığını ve hatırlamakta yarar vardır.Bu konuda, Öcalan’ın içtenliğinden kuşku duyulsa da ifade değeri su götürmez sözlerini hatırlamakta fayda olabilir. Öcalan bağımsız Kürt devleti düşüncesinin Ortadoğu’da hegemonya peşindeki güçlerin elinde tutsak–kukla bir toplum yaratmaktan öteye gidemeyeceğini söylerken iyi bildiği bir gerçeği ifade etmektedir. Şu halde Ortadoğu’yu kendi nüfuz politikalarının oyun alanı gibi gören odakların gözünde büyük satranç tahtasında piyonlar gibi dizili duran aktörlere, hak ettiklerinden daha fazla önem atfetmek de Türkiye’nin büyüklük iddiasına yakışmaz. Gelgelelim, bu satranç tahtasında oynayanların nerede durduklarına ve neyi amaçladıklarına dair sağlam bir vizyon sahibi olmak gereği vardır.
Durum ne olursa olsun, ortadaki sorun Türkiye’nin sorunudur.
Soruna dışarıdan müdahale ediliyor olması ya da sorunun müdahaleye açık bir karakter taşıyor olması, bunun “Türkiye’nin sorunu” olduğu gerçeğini değiştirmez. Ancak sorun Irak, İran ve Suriye’yi de içine almakta ve bölgesel bir istikrarsızlık potansiyeli barındırmaktadır. Bu yanıyla uluslararası ilişkiler ve strateji alanının içinde yer alan sorun, uluslararası aktörleri de doğrudan ilgilendiren ve ilişkilendiren bir yan taşımaktadır.Türkiye’nin inisiyatifi bu çerçeve içinde “kalıcı bir pozisyon”a oturmak durumundadır. Türkiye’nin bölgesel politikalar geliştirebilme gücü de doğrudan buna bağlıdır. Bunun yolu da Türkiye’nin “uluslararası alanda müzakere eden taraf” pozisyonuna sahip olabilmesinden geçer.
Kendi konumumuzu, bölge ülkelerinin ve uluslararası aktörlerin konumunu iyice anlamamız, derinlikli ve kapsamlı stratejiler geliştirmemiz şarttır.
Sorunun Ortadoğu’yla, Modernleşme’yle, İslam Dünyası’nın bugünkü durumuyla, Demokratikleşme’yle, Etnik Milliyetçilik ve Ulusal Bilinç’le, bölgesel taleplerle ilişkisini doğru kavramak ve yeni yaklaşımlar geliştirmek durumundayız. GOP başlığı çevresinde yaşanan tartışmalar sorunun tanımlanmasına ve çözüm yollarının aranmasına katkıda bulunacaktır. Çözüm “bizim çözümümüz” olmalıdır. Ama bu, öyle bir çözüm olmalıdır ki “herkesin çözümü” haline gelsin: Bölünme olmasın. Hak ihlali olmasın. Demokrasi, hukuk, istikrar, büyüme, işbirliği, ortak pazar, katılım ekseninde bir çözüm olsun.
Geçmişte uluslararası güçlerin bölgeyi biçimlendirme yönündeki çabaları istikrarsızlaşma ve parçalanma sonucunu doğurmuştu. Oysa Soğuk Savaş’ın bitmesiyle ivmesi daha da artan “küreselleşme” eğilimi yeni bir entegrasyon anlayışını gerekli kılmaktadır. Buna karşın uluslararası aktörlerin hâlâ geçmişin yaklaşımlarını koruduğu ve bu nedenle sorunların daha belirgin hale geldiği bütün Ortadoğu coğrafyasının ve genelde İslam dünyasının Batı’ya, küreselleşmeye entegrasyonunun anahtarı Türkiye’dir. Hangi Türkiye? Vizyonu olan Türkiye. Kendini aşan ve sorunlara, bütünü gören gözlerle bakmayı öğrenen Türkiye.
Neden böyle?
Çünkü Türkiye niteliksel açıdan büyümek zorundadır. Büyümek Türkiye’nin küresel sistemdeki yerinin, ağırlığının, refah payının büyümesidir. Düşünce, sistem, model, kültür, zihniyet, hukuk, kültür, demokrasi gibi alanlarda büyümek ve dışa açılmaktır. Türkiye niteliksel olarak büyümezse, küçülme tehlikesiyle yüz yüze kalabileceğinin farkında olmalıdır.
Bölgemizde, Türkiye’nin inisiyatifi ve iradesi dışında hiçbir oluşumun gerçekleşmemesini sağlamanın yolu, ancak etkin bölgesel politikalar uygulamakla mümkündür.
Siyaset kurumunun
bir “milli sorun”u yönetmedeki yetersizliği
Bir kez daha vurgulamak gerekir ki sorunun “terör sorunu” değil, “bölücülük sorunu”nu da içeren çok kapsamlı bir tartışma alanı olduğunu anlamak zorundayız.Sorunun uluslararası düzlemdeki yansıma ve sonuçlarını göz önünde bulundurmak zorundayız.
Bugün ne hükümet ne muhalefet bu gerçeğin farkında değilmiş gibidir. Hükümet de muhalefet de sorunu esas olarak “terör terimleri” içinde okumayı sürdürmekte ve içi boş, yuvarlak, basmakalıp formüller dışında hiçbir şey geliştirememektedir.
Türk aydınları da bu konuda yeterince düşünmüyor, üretmiyor, günübirlik dalgalara kendini bırakıyor, günü birlik dalgalarla biçimlenen bir zihniyet haritası sergiliyor.Bölücü hareket “bölücü terör örgütünün” kendi inisiyatifi doğrultusunda yeni bir evreye geçerken, “demokratik-insancıl çözüm” başlığı ya içi boş ve basmakalıp bir tanım olarak kalıyor, ya da iç kamuoyunu bu yeni evreye ısındırmak amacını güden bir taktik anlayışın aracı haline dönüşüyor.“Aman şiddetten, terörden kurtulalım” dürtüsü, bizi “denize düşen yılana sarılır” durumuyla yüz yüze bırakıyor.Başta siyaset olmak üzere bütün kurumlar kendilerinden beklenen tepkiyi veriyor ve daha ötesine geçemiyorlar. Eyyamcılık, günü kurtarmacılık, kolaycılık ve ezbercilik had safhada.Kimilerinin “milliyetçilik rüzgarı”nın yükselmesi üzerinden kurguladıkları (aslında kuruntuladıkları) siyasi ikbal hesapları da eş ölçüde üzüntü verecek düzeydedir. Onlar da kendilerinden beklendiği gibi davranarak, bu teslimiyetçi sürece bir başka açıdan katılmış ve destek vermiş oluyorlar.Bu sorun, günlük gazete manşetleri, haberleri ve yorumlarından yansıyanlardan oluşan bir gündem gibi okunamaz, algılanamaz.Bugüne kadar siyaset kurumu tarafından bu soruna gerçekçi bir teşhis konmadı, konulamadı. Herkes kendi kurumsal çıkar ve pozisyonuna odaklı bir tutum geliştirdi. “Üç beş çapulcu” diye başladık, sırasıyla “Eli kanlı terör örgütü”, “Sorun ekonomik geri kalmışlık ve aşiret düzeni”, “Kürt realitesini tanıyoruz”, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer”, “Kürt sorunu demokratik cumhuriyet prensibi içinde çözülecek”e geldik.Aslında 20 yıldır bir “Türkiye inisiyatifi” ortaya koyamıyoruz, bunun nedeni de gereken düşünsel çabayı gösterememiş oluşumuzdur. Türkiye’nin geçtiği bütün evrelerin inisiyatif merkezi, ne yazık ki bölücü örgütten uluslararası aktörlere kadar pek çok öğeyi barındırmaktadır.“Ver kurtul”-“Vur kurtul” ikilemine sıkıştık kaldık; seçenekler bundan ibaret sandık.
Düşünmüyor, “refleks” gösteriyoruz.
Oysa çözüm bu kısır döngünün kırılmasında.
Bu günlere nasıl geldik?
Bu hükümet uluslararası ilişkilerin konusu olan hiçbir başlıkta “uzun vadeli bir strateji” ve “yol haritası” belirleyemediği için. Temel sorun, hem iktidar hem muhalefet cephesinden, “öngörü yoksunluğu ve hazırlıksızlık” olduğu için. Hükümetin herhangi bir stratejiye sahip olmaması uluslararası süreçleri yönetilemez hale getiriyor. Bu Kıbrıs’ta da böyle, Irak’ta da, Türkiye-ABD ilişkilerinde de! Liste uzayıp gidiyor. Ama sorunlar azalmıyor.
AK Parti hükümet olmadan önce “tutarlı ve kapsamlı bir dış politika programı” geliştirmediği gibi, Türkiye’nin temel sorunları üzerine de hiç kafa yormamış, temel sorunlarda işlevsel ve etkili bir “ulusal siyaset” geliştirememiştir. Türkiye, hem AB hem “bölücü hareket” konusunda, siyasal koordinatları çok iyi belirlenmiş bir “oyun planı”na sahip olmadığı, süreç içinde sürekli bu konu üzerinde düşünce ve senaryo üretmediği için, ciddi istikrarsızlık unsurlarıyla yüzleşmek ve bunlarla baş etmekte öngörülmedik sıkıntılar yaşamak durumunda kalacaktır.
Hükümet ve onu oluşturan AK Parti nasıl Avrupa’nın siyaset üretme ve gerçekleştirme biçimine yabancıysa, kendini meşru yollardan ifade etme yönünde gayretlere girişecek bir “bölücü hareket”e karşı doğru, gerçekçi, kalıcı ve sonuç alıcı tutumlar geliştirmesi için gereken deneyim birikiminden de yoksundur. Bu nedenle son 3 yıllık süreç değerlendirilememiş, zaman iyi kullanılamamış ve fırsatlar tek tek kaçırılmıştır.
Uzunca bir süredir “Hükümet meselesi/Devlet meselesi” gibi yapay bir ayrımın ardına saklanılarak “politika üretmek”ten kaçınılmıştır.
Türk siyaseti, iktidarı ve muhalefetiyle, bir “milli sorun”u yönetme becerisinden yoksundur.
İşin gerçeği, bugün iktidardaki AK Parti ve ana muhalefetteki CHP başta olmak üzere, hiçbir partinin “bölücülük tehlikesi” konusunda uzun vadeli, gerçekçi ve çözüm odaklı bir politika ve stratejisi yoktur. Dile getirilen bütün görüşler bulanık tanımlarından, belirsiz genellemelerden, içi boş formüllerden öteye geçememektedir. Günübirlik aldatmacalar, kaçış, hamaset, ajitasyon. Mevcut tablonun özeti budur.
Siyaset çözüm üretmek zorunda, yoksa inisiyatif başkalarınca paylaşılır
Her temel sorun konusunda olduğu gibi, bu konuda da bir “eylem planı” ve bu eylem planının dayandığı bir “ulusal siyaset” modeli şarttır.
Yaşadığımız açmazlardan kurtulmanın yolu çok-yönlü, siyasal, ekonomik ve toplumsal gerçeklerin en iyi biçimde analiz edildiği, uluslararası, ulusal ve yerel katmanları olan bir politika geliştirmektir. Buna sahip olmadan ve bu politikayı çağın dinamiklerine göre sürekli yenilemeden hareket etmeye kalkışmak Türkiye’nin geleceğine ipotek koymaktır.
Siyaset inisiyatif almazsa, inisiyatif siyaset dışı odaklarla terör örgütü ve bölücü hareket arasında paylaşılan bir kısır döngüye dönüşür.