Türkiye’nin beyin değişimine sizce de ihtiyaç yok mu?... Böylece zihniyet değişecek ki, çözüm hep geçmişte aranmayacak…
***
Özel ama SGK’ya da hizmet veren bir hastanede sıramın gelmesini bekliyorum. Yanımda biri yaşlı, üç kadın… Aralarında konuşuyorlar. Dikkatimi çekiyor. Biraz sonra dayanamayıp soruyorum: Siz hangi dilde konuşuyorsunuz? Cevabı, Kürtçe oluyor. Sonrasında diyalog şöyle gelişiyor:
- Nerelisiniz? Hakkari
- Ankara’ya yeni mi geldiniz? Hayır, 20 yıl olmuştur.
- Neden Türkçe öğrenemediniz bunca yıldır? Biliyorum da az konuşuyorum.
- Memleketinizde akrabalarınız var mı? Ooo, çoktur…
- Peki, nasıl bakıyorsunuz PKK ile yaşanan gelişmelere? Biz onlardan değiliz. Ama iyi bakıyoruz. Akrabalarımız rahatlamışlar. Sakinledi buralar diyorlar. Biz de yaz tatilinde gidip bakacağız oralara… Tarla var, hayvanlarımız var…
- Burada ne yapıyorsunuz? Çocuklarımız için Ankaraya gelmişik. Beyim milletvekili idi, sizlere ömür. Şimdi oğlum vekil. Bende 9 çocuk var. Bir oğlum avukat… Kızlarım evli; biri İstanbul’da ikisi burada…
Bunun adı ister terörden kaçış, ister görev icabı, isterse de eğitim için olsun memleketini bırakıp büyükşehirlere göç etmiş insanlar… Beraberlerinde bildikleri tek kültürü taşıyan sayısız insan var büyükşehirlerde….
Sosyoloji der ki; bir ülkeden diğerine geçişlerde ya da aynı toplum içindeki şehir değişikliklerinde (yatay hareketlerde), yer değiştiren kişi gittiği kültürün alt kültürünü oluşturur. Çünkü o toplumun yaşantısını bilmiyordur, sistemini bilmiyordur. Ama biz Türkler nasıl oluyor da her toplumda üst kültür! olmayı başarabiliyoruz bilemiyorum… (Beyaz Saray’ın önünde barbekü yapan kaç millet vardır ki? Ya da Ankara’nın göbeğinde memleketindeki gibi kazanlar kurup yünler yıkayan…)
***
Aynı kadın, karşı koltukta oturan çekingen, cılız, yaz sıcağında ayağına üstü yırtık bir bot giymiş, insanlar bakınca ayaklarını üst üste koyarak sandalyenin altına saklayan bir kızla konuşuyor. Ben sormaya devam ediyorum:
- O da mı senin kızın? Yok, yok benim değil. Hakkari’den gelirken geldi yapıştı ellime, “ne olur beni de Ankara’ya götür” diye. Ben de getirdim, bakıyorum ona…
- Ailesi yok mu? Olmaz mı? İlkokul 4’ten sonra babası okuldan almış göndermiyor. Evlendirecekmiş.
- Kaç yaşında bu kız? 12.
- Ailesi hiç merak etmiyor mu? Arıyorum, annesi ile konuşuyor.
- Kaç kardeşi var? Kıza soruyor Kürtçe… Kız düşünüyor, parmakları ile yavaş yavaş sayıyor… Sonunda 9 diyor…
- Ne zamana kadar seninle kalacak? Vallaha, okul açılsın okula göndereceğim, okutacağım onu…
Daha fazla soru sormak istemiyorum kadına. Kafam karışık ve şaşkınım. Şimdi bu kız, kaderine karşı mı geldi?...
***
Televizyon’da haberleri izliyorum. İçki yasaklarını düzenleyen yasa TBMM Genel Kurulu’ndan geçti. Yasaya göre saat 22.00’den sabah 06.00’a kadar içki satışı yasak. Bunun hiçbir istisnası yok. Yasa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün imzasından sonra Resmi Gazete'de yayımlanmasını izleyen 90 gün sonra yürürlüğe girecek.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “kafa kıyak dolaşan bir nesil istemiyoruz” demiş. Doğru söze ne denir? Biz içmeden de kafa kıyak dolaşıyorduk zaten. Başbakan da istedi, uyanalım artık!...
Osmanlı’yı her fırsatta örnek alanlar, tarihten ders almazlar mı? Yasaklar ne zaman engel olmuş, sempati oluşturmanın dışında?
Memleketin asli sorunu bu, TİZ HALLOLUNA!...