“Liberal” güldürür oldu!
RUHAT MENGİ
Türkiye’nin, kazandığı başarılarla haklı bir üne sahip kadın avukatlarından biri aradı dün... O da sayısız vatandaşa benzer duygularla “telefon dinlemelerde gelinen skandal nokta”ya fena halde tepkiliydi.
“Bireysel haklar, özgürlükler sadece PKK terörü söz konusu olunca mı önemlidir. En üst düzey yargı kurumundan sade vatandaşa kadar hepimiz dinlenme fobisi içindeyiz. Nerede kaldı bireysel hak, özgürlük? Hukuk ayaklar altında” diyordu. Bir gün önce de çok sayıda okuyucunun yanında, bir gazeteci arkadaşım “Demirperde ülkeleri gibi olduk, evde bile konuşmaya korkuyoruz” demişti.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, Başbakan Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı Gül’ün devamlı “daha fazla özgürlük”ten söz etmelerini düşündüm. Onlar “daha demokratik, daha özgür” dedikçe toplum tüm katmanlarıyla demokrasinin, hukukun, özgürlüğün tümüyle ortadan kalktığını haykırıyor.
Ülke büyük sıkıntıda ama bunda bile “her işte bir hayır vardır” sözünün kerameti geliyor akla. Türkiye’deki son gelişmeler, her toplantıda, seyahatte iktidarın yanı başında biten, kendilerine de “demokrat, liberal” gibi saygın tanımları yakıştıran 20-30 kişilik bir gazeteci-akademisyen grubunun bu tanımlarla uzaktan yakından ilgilerinin olmadığını, hatta kullanmaya bile haklarının olmadığını gösterdi.
“Andıç” TSK’da yapılınca dünyayı inleten (ki elbette hiçbiri olmamalı ama hepsi oluyor), siviller tarafından; binlerce hakim, gazeteci, rektör, işadamı, sade vatandaş, Yargıtay, Ergenekon savcılarının da bağlı olduğu İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı dinlenip fişlendiğinde ise imkân varsa “oh olsun” diyen, hiç mi hiç kaçacak veya yanıltacak kavram, imkân kalmadıysa haber şeklinde veren, “yorum” yazmak zorundaysa bunu bile hâlâ yargıyı suçlayarak yapanlar ve ‘DEMOKRASİ’nin, ‘İNSAN HAKLARI’nın, ‘HUKUK’un zerresini umursamayanlar kendi elleriyle, ağızlarıyla ne olduklarını” ortaya koymuşlardır.
Sivil baskı onlar için takdir edilecek bir durumsa eğer o zaman kendilerini tarif için; liberal ve demokrat yerine söylenmeye başlanan “Faşist liberal” şeklindeki aşağılamayı da hak ediyorlar demektir. Ya da kısaltılmışı “Faşo libo”yu belki...
Kimseye kızmasınlar, maskeleri “zaman ve olaylar” düşürdü... Bir de çıkar uğruna gerçekleri saptırmaları!
***
Kılıçdaroğlu annesini kaybetti
Taraf gazetesi, eski Bakan ve Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil’le “Dersim olayları” ile ilgili röportajı yıllar önce Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığını öyle kasıtlı şekilde yanıltarak vermiş ki görünce meslek adına utandım.
Röportajı Kılıçdaroğlu’nun yaptığını söyleyen Tunceli eski Baro Başkanı Hüseyin Aygün’müş. Aygün anlatırken “Kılıçdaroğlu’nun Dersim’e duyarlı biri olduğunu biliyorum” diyor. Sonra da “Onur Öymen’in Dersim’e ilişkin sözlerine sessiz kalması, tepki vermemesinden dolayı bu bilgiyi kamuoyu ile paylaştığını” söylüyor.
Yazının başlığı “Dersimiz Kılıçdaroğlu”... Spot; “Çağlayangil’in ‘Dersim’de Kürtler fare gibi zehirlendi’ dediği kişinin, CHP’li Kılıçdaroğlu olduğu öne sürüldü”... İç sayfada ise “O röportajı Kılıçdaroğlu yapmış” başlığıyla verilmiş.
Yani bu, sözüm ona “örtülü şekilde suçlayan” anlayışa göre bir röportajı yapan kişi röportajı verenin bir yanlışı varsa o yanlışına ortak oluyor. O zaman Öcalan’la veya Karayılan’la röportaj için Kandil’e çıkan gazetecilerin hepsi PKK’lı sayılmalı.
Hayatımda böyle sorumsuzca “suçlama, hedef gösterme” görmedim. Öymen konuşmasını Salı günü, olaylı 10 Kasım oturumunda yaptı, zaten o gün Meclis’te kıyamet koptu. Daha sonra Öymen “yanlış anlaşıldığını” söyleyerek özür diledi.
Kılıçdaroğlu’nun ise annesi geçen hafta ağır hasta durumunda hastanedeymiş ve Cuma günü de hayatını kaybetmiş. Aynı gün “programıma katılması için” aradığımda bunları öğrendim.
Hoşlanmadığı insanları, kurumları karalama fırsatlarını hiç kaçırmayanların arada bir “gazetecilik etiğini, insanlığı” da hatırlamaları gerekiyor.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun annesine Allah’tan rahmet, kendisine başsağlığı diliyorum. Anne acısı insanın içini kor gibi yakıyor ve hiç azalmıyor, biliyorum...
***
Başarıya izleyici karar verir
Bazen köşelerde görürsünüz, meslektaşlarımız farklı konularda kendilerinin de içinde bulunduğu köşe yazarları için sınıflamalar yaparlar. Sadece gazeteciler değil, tanınmış herkes için zaman zaman yapılır bu sınıflamalar, “Kimler en seksi”ye kadar gider ki listeye baktığınızda o tanımla uzaktan yakından ilgisi olmayan isimleri de görür ve nedenini merak edersiniz.
Oysa “Sen benim sırtımı kaşı, ben de senin” mantığının da rolü vardır böyle sıralamalarda.
Bu nedenle ben hiçbir konuda kategorize edilmek istemem. Daha önce bu yapıldığında da yazmıştım; “beni keyfe göre sınıflandırma hakkının kimseye verildiğini sanmıyorum”...
Yine bir meslektaşımız, üstelik sevdiğim, takdir ettiğim bir isim bunu yapmış ve bir listede beni 2’nci sıraya koymuş. Olmaz efendim, neden olmaz; çünkü bu sıralamayı sadece ve sadece okuyucu ile izleyici yapabilir. Gazetede de, TV’de de tek belirleyici onlardır, başarınızı ancak onlar belirler ki bunu da en akılcı şekilde yapıyorlar. Ve o listelere girenler de, yapanlar da izleyicinin, okuyucunun tercihini gayet iyi biliyorlar.
O zaman lütfen bu listeleri “isteyenler için” yapın, benim ismimi yazmayın. Tercihim “kategori dışı kalmak”tır. Nasıl ki örneğin Fazıl Say gibi dünya çapında bir sanatçının entelektüel birikimini, Serdar Ortaç gibi yaşamını müziğe adamış ve bunun karşılığını hakkıyla almış, sevilen bir sanatçının müziğini 2 cümlede yerin dibine batırma hakkı kimseye verilmemişse, bir gazetecinin, televizyoncunun onlarca yıllık emeğini, yeteneğini “birinci sıra, ikinci sıra” diye sınıflandırma hakkı da verilmemiştir.
Buna kendilerinde yetki görmelerine şaşırıyorum, çünkü “halka malolmak”; o kişinin rızası dışında yapılan her şeye katlanması gerektiği anlamına da gelmez.
Umarım yeterince anlatabilmişimdir.
(Not: Özellikle ‘bir köşesi olmadığı için cevap da veremeyen’ sanatçılara haksızlık yapılmaması son derece önemli bence.)