MUSTAFA MUTLU
Zülfü Livaneli’nin yazıp, yönettiği, müziklerini yaptığı Veda’nın yarattığı gürültüyü görünce, bu ülkede yıllardır neden gerçek bir Atatürk filmi yapılmadığını, daha doğrusu yapılamadığını daha iyi anladım.
Çünkü bir yönetmenin bu işe kalkışması için her şeyden önce mangal gibi bir yüreğe sahip olması ve kendisi gibi çılgın bir yapımcı bulması gerekiyor!
Son 15 gündür gördük ki; bu ülkede:
Herkes tarihçi...
Herkes Atatürk uzmanı...
Herkes tarih dedektifi...
Herkes “geçmişte kalan ve doğruluğu asla kanıtlanamayan iddialar” konusunda inanılmaz bir bilgi (!) birikimine sahip...
Bu kadar mı?
Elbette hayır... İşin bir de “sinema” boyutu var... Eğer söz konusu olan bir “Atatürk” filmi ise:
Herkes senarist...
Herkes yönetmen...
Herkes ışıkçı...
Herkes görüntü yönetmeni...
Herkes kostümcü, makyajcı, aksesuarcı...
Herkes aktör, herkes aktris!
***
Zülfü Livaneli’nin filminde de böyle oldu...
Kimse bu filmin aslında bir “dostluk” filmi olduğuyla ilgilenmedi...
Öyle bir dostluk ki; Atatürk, Selanik’ten ayrılırken annesini ve kız kardeşini en yakın arkadaşına emanet ediyor...
Ama o “en yakın arkadaş”, Selanik düşünce; kendi ailesini alıp İstanbul’a geliyor, Zübeyde Hanım ile Makbule’yi orada bırakıyor...
Mustafa Kemal, annesini İstanbul’da bir göçmen kampında tesadüfen buluyor...
Ve...
Gerçeği öğrendikten sonra bile “en yakın arkadaşı”na küsmüyor, kırılmıyor, utandırmıyor...
Tam tersine kendisi “paşa” olunca, onu “yaveri” yapıyor...
Elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin; hanginiz böyle bir durumda o “arkadaşlığı” bitirmezdiniz?
Kaçınız, arkadaşınızın yakasına yapışıp hesap sormazdınız?
İşte; filmin asıl mesajı bu:
Bizim duygularımıza yenilip, arkadaşlığımızı bitireceğimiz bir konuda Atatürk, Salih Bozok’u haklı buluyor...
Hatta kendisini suçlu hissetmemesi için teselli bile ediyor.
Böylece... Artık istese de bitiremeyeceği gerçek bir “dostluğun, bağlılığın, ölüme bile birlikte gitme arzusunun” fitilini ateşliyor...
***
Veda hakkında bugüne kadar hiç okumadıysam elliye yakın yazı okudum; televizyonlardaki eleştirileri dinlemeye çalıştım...
Kimileri Atatürk’e, kimileri cumhuriyete, kimileri de Livaneli’ye düşmanlığından, içlerinde biriktirdiklerini kustu...
Ve hepsi, tarihçiliğe, yönetmenliğe, aktörlüğe, kostümcülüğe soyundu...
Bu “akıllıların” soyunmadıkları “iş” ise “yapımcılık”tı ...
Çünkü bunca “ tarihçi”nin ve “sinema eleştirmeni”nin aportta beklediği...
Bu kadar eleştirileceği açık olan bir filme para yatırmak için, insanın gerçekten “çılgın” olması gerekiyor!
Bu yüzden...
Başta Sevgili Zülfü Ağabey olmak üzere filme emeği geçen herkesi kutlarım...
Ama...
Bana göre asıl kahraman, cadı kazanlarının fokur fokur kaynadığını bile bile bu filme yatırım yapan yapımcıdır!
***
GÜNÜN SORUSU
CHP, mayıs ayında yapacağı kurultayda, son dönemde iktidara karşı çıkışlarıyla ses getiren isimleri vitrine taşıyacakmış...
“Eski”lerin pes edeceklerine inanabiliyor musunuz?
***
Aytaç Durak’ın, kaçırdığını itiraf ettiği vergi 60 bin lira!
Dün de yazdım: Belediyesi adına kendisi de vergi toplayan Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak, vergi kaçırdığını bizzat bana itiraf etti:
Kendisine ait arsayı özel okul yapılması için metrekaresi 30 liradan satmış ama düşük vergi ödemek için tapudaki değerini 18 lira göstermiş...
Şimdi diyor ki:
“Ne olmuş yani, ne var bunda?”
Meslektaşlarımızın ısrarlı soruları karşısında bu itirafı dün yaptığı basın toplantısında da yinelemek zorunda kaldı... Böylece; arsanın büyüklüğünün 26 dönüm olduğunu, satıştan 613 bin lira aldığını, 94 bin lira vergi ödediğini öğrendik...
Eğer satışı gerçek fiyat üzerinden yapılsaydı, Aytaç Bey en az 60 bin lira daha fazla vergi ödeyecekti...
***
Sorum İçişleri Bakanı’na:
Vergi kaçırmak suç değil mi?
Suçsa; bunu itiraf eden bir Büyükşehir Belediye Başkanı nasıl oluyor da hâlâ görevinde kalabiliyor?