Doç. Dr. YALÇIN AKDOĞAN / Siyaset Bilimci
KÜRT meselesinin bunca yıldır kördüğüm haline gelmesinde sadece sorunu üreten ve çözüme direnen kesimlerin iflah olmaz tutumları etkili olmadı. Çözümü dilinden düşürmeyen, ama söylem ve eylemleriyle çözüme katkı sağlamak yerine süreci zorlaştıran kesimlerin de ciddi etkisi oldu. Gerçeklikten kopuk idealist yaklaşımlar, kabul görmeyen ütopik öneriler, makul olmayan projeler, tatmin sağlamayan yüzeysel teklifler veya olmazı söylemekten başka, derde deva bir açılım getiremeyen, soyut değerlendirmeler... Devlet ve hükümet anlayışını değiştirerek çözüme yaklaştıkça, sorunun parçası olan aktörler gerçekleşebilir olmayan önerilerle, süreçleri sabote eden eylem ve söylemlerle işi tıkamayı seçtiler. Entelektüellerimiz ise ‘o da olmaz, bu da olmaz’ anlayışından ‘olabilir’e, ‘gerçekleşebilir’e gelemediler, ayakları yere basan ve varolan durumu kavrayan bir rasyonel uygulama önerisi ortaya koyamadılar. Geçen hafta Zaman Gazetesi’nde yayınlanan ve KCK’yı eleştiren röportajıma farklı tepkiler geldi. PKK’nın fiili elebaşısı Murat Karayılan gerçeklikten tamamen kopuk ezberleri üzerinden eleştiriler getirdi, sanki kendi kitlesine konuşuyormuş ve yine sanki bizim olup biten hiçbir şeyden haberimiz yokmuş gibi yalan yanlış kurgular üzerinden senaryolar ortaya koydu.
İnsanın ortaya bir yalan atıp, sonra da kendisinin de buna inanması patolojik bir durumdur. Karayılan diyor ki, “bu sorun İmralı’da tıkanmıştır, orada düzelir”. Sorun İmralı’da tıkanmamıştır. Seçimden çıkan Türkiye, Meclis’in açılmasıyla yeni anayasayı gündemine alacağı ve farklı çözüm önerilerinin tartışılacağı bir ortamda, PKK terörü azdırarak süreci sabote etmiş, devrimci halk savaşıyla netice alabileceği yanılgısına düşmüştür. PKK elebaşları ve BDP yöneticileri süreci doğru okuyamamışlar, yanlış eylem ve söylemlerle sorunu derinleştirmişlerdir. Klişe laflarla milleti kandırmanın kimseye faydası yoktur. PKK yanlışta ısrar etmekte, terör eylemleriyle çözümün önünü tıkamaktadır. Ne BDP, Öcalan’ın “legal ile illegali birbirine karıştırmayın” uyarısını anlayabilmiş ve KCK ile arasına mesafe koymuştur, ne de PKK, Öcalan’ın görüşmelerini doğru algılayarak gereken adımları atmıştır. Ortada ya bir çapsızlık ve vizyonsuzluk vardır ya da ciddi bir kötü niyet... PKK içindeki inisiyatif mücadelesi ve farklı amaçlara hizmet etme yarışı, İmralı zeminini yok etmiştir. “Öcalan muhatap alınsın” sözünü sakız haline getirenler, yaşarken Öcalan’ın üzerine toprak atmıştır. Bu sorunu bu hale getiren Kandil, şimdi Öcalan vurgusu yaparak tıkanmayı aşamaz.
Karayılan’a göre KCK şiddetten, baskıdan, otoriteden uzak bir toplumsal kendi kendini yönetme sistemiymiş. Oysa KCK tam da bunun tersidir. Baskı ve şiddet ile otorite tesisini amaçlamakta, sadece halka değil, kendi unsurlarına bile tahakküm etmektedir. Bunun içinde ne özgürleşme vardır, ne demokratikleşme... Elinde silah olan adamın siyasetçiyi ve yerel yöneticiyi kontrol altına alma girişimi, tam anlamıyla bir vesayet ve tahakküm düzenidir.
Meclis’te konuşulamayan ne?
Bu röportajda hiçbir mahkûmun cezaevinden örgüt yönetemeyeceğini, savaş naraları atamayacağını, tehditler savuramayacağını söylemiştim. Öcalan’ın avukatları “kişiye özel düzenleme yapılamaz” demişler. Öncelikle “kişiye özel bir düzenleme”den bahseden yok. Cezaevindeki mahkûmlar, dokunulmazlık sahibi değildir ve suç işleme özgürlüğü yoktur. Avukat görüşmelerinin kötüye kullanılması, devam eden davanın değerlendirmesine değil, örgüt talimatnamesine dönüşmesi kabul edilemez bir durumdur.
Bu röportaja yönelik samimiyetine inandığım bir kısım köşe yazarları da eleştiri getirdiler. ‘Terörle mücadele adına yapılabilecek ne varsa yapılmaktadır’ sözümün, hukuk dışı yöntemleri ve otoriterleşmeyi çağrıştırdığı düşünülmüş. Bu söz, MHP gibi “niçin terörle etkili mücadele edilmiyor” diyenlere “terörle mücadelede alınabilecek her türlü güvenlik tedbiri alınmakta, atılabilecek tüm adımlar atılmaktadır” anlamında söylenmiştir. Hükümet, terörle mücadelede etkili ama hukuk içinde ve demokrasiyi zafiyete uğratmadan gereken çalışmaları yapmaktadır. Nitekim Ruşen Çakır ve Hüseyin Yayman gibi bölgede inceleme yapan araştırmacıların da tespit ettiği gibi 90’lı yıllara dönüş kaygısını besleyecek gelişmeler yaşanmamakta, günlük yaşam normal akışında sürmekte, bölge insanı herhangi bir baskı ve haksız uygulamaya maruz kalmamaktadır.
“Bugün cesaret, devlete hakaret etmek değil PKK’ya laf söyleyebilmektir” ifadem ise KCK operasyonlarını eleştiren yazarlara yönelik gibi algılanmış. Bu ifadeler, BDP sözcülerine yöneliktir. BDP’liler devlete söverek ucuz kahramanlık yapmakta ama kan döken PKK’yı eleştirememektedir. KCK operasyonlarını eleştirenlerin bir kısmı insani ve demokratik kaygıyla hareket etmektedir, ama KCK’yı meşrulaştırmak ve operasyonları sulandırmak amacıyla eleştiri getiren örgüt yandaşları da bulunmaktadır. Eleştirilere eleştiri getirmek de tahammül gösterilmesi gereken demokratik bir haktır.
Mesut Barzani’nin de dediği gibi bugün Meclis’te her şey konuşulabilmektedir ve silahlı mücadele başlı başına bir sorun üretmektedir.
Kürt meselesinde daha önce kimsenin cesaret edemediği adımları atan Hükümet, son dönemde yeni bir politikaya geçmemiştir, ama örgüt yeni bir stratejiyle amacına ulaşacağına inanmıştır.
Bugün sorun Kürt meselesi etrafında değil, PKK meselesi etrafında dönüyor. PKK elindeki silaha ve şehirlerde kurduğu baskı mekanizmasına güvenerek kendi hakimiyetinde bir tahakküm düzeni kurmak istiyor. Ana dil meselesi veya anayasadaki vatandaşlık tanımı gibi Kürt meselesi marjında değerlendirilebilecek konular, bu perspektifte tali konular olarak kalıyor. “Biz hakim olalım, biz yönetelim” anlayışı, Kürtlerin hakları meselesini aşarak PKK’nın siyasi iktidarı ve egemenliği meselesine dönüşmüş durumda. Devletin Kürt meselesinde atabileceği tüm adımlar bu yüzden ‘bireysel, mevzi, pansuman, kısmi’ şeklinde eleştiri konusu yapılıyor. Örgüt çevresinde kendi aktörlüğünü ve kendi çıkarlarını bölgenin ve bir halkın çıkarı gibi dayatma anlayışı öne çıkıyor.
‘Ayrıştır, tahakküm et, yönet’
PKK’nın, Devrimci Halk Savaşı konseptiyle kırsaldaki çatışmayı, şehirlerde halk isyanına dönüştürme arayışına girmesiyle sorun başka bir düzleme kaydı. Bir yandan devletin temsilcilerini (polis, öğretmen, doktor gibi) bölgeden uzaklaştırma, bir yandan parti yöneticilerini kaçırma ve tehdit etme ile AK Parti gibi güçlü alternatifleri bölgeden sökmeye çalışma, diğer yandan ise kutuplaşmayı artıracak dil ve üslup kullanarak toplumsal ayrışmayı tetikleme... Bu şekilde kurtarılmış, izole edilmiş, homojenleştirilmiş bir bölge oluşturulmaya çalışılıyor. Otorite ve hakimiyet kurma girişimi sadece düşman olarak görülen ‘öteki’ler, yani AK Partililer ve örgüte intisap etmemiş Kürtler üzerinde değil, örgüt yönetimi ve destekçi kitle üzerinde de kurulmaya çalışılıyor. “Ayrıştır, tahakküm et, yönet” felsefesi PKK’nın kendi kontrolünde bir korku imparatorluğu kurmasına zemin hazırlıyor. Devletin buna karşı gereken adımları atması, bölge insanının yaşamı ve özgürlüğü için şarttır.
Devletin attığı adımları ve stratejileri irrasyonel görenlerin teklifleri, “Kürtlerin taleplerini gerçekleştirin”den ziyade “PKK’nın hedeflerine ulaşmasına göz yumun” önerisine bürünüyor. Kürtleri mutlu etmek yerine PKK’yı tatmin etmek çözümün mutlak şartı olarak takdim ediliyor. Kürt meselesine yönelik demokratik açılımları ‘bireysel haklar’ olarak küçümseyenler veya PKK ile mücadeleyi sonuçsuz bir girişim olarak adlandıranlar ne önermektedir? Hangi çözüm projesi makul, rasyonel, kalıcı ve uygulanabilirdir? Demokrasiyle yönetilen bir ülkede siyaset kurumu, bu tür projeleri ne ölçüde gerçekleştirebilir? Halkın geneli buna nasıl bakar? Siyaset kurumunda, sivil toplum örgütlerinde ve halkta genel kabul görmeyen, uzlaşı sağlayamayan bir teklif nasıl hayata geçirilebilir? Olmazları söylemek kolaydır, oluru söyleyenlerin bunun altını doldurması gerekir. Yoksa PKK’nın “istediğimi ver, gereğini yap, yoksa kan dökmeye devam ederim” dayatması ile “bunun siyasi projesini yapın yoksa statükocu ve çözümsüzlükten yana olursunuz” şeklindeki aydın tavrı arasında ne fark kalır? PKK’nın ulaşmak istediği hedefi ve ulaşma yollarını doğru, devletin amacını ve yöntemini yanlış gören anlayışın makul ve kabul edilebilir bir çözüm perspektifine sahip olduğu çok tartışmalıdır.
Sorunun derinleştiği ve karmaşıklaştığı doğrudur. Bugüne kadar uygulanan yöntemlerin çözüme ne kadar hizmet ettiği de tartışılabilir. Ancak bugün hükümetin durduğu noktanın dışında makul bir önerisi olan varsa, bunu somut şekilde ortaya koymalı, bu düşünceler de özgürce tartışılmalıdır.
‘Mümkün olan’ her zaman ‘ideal olan’ değildir. Ama mümkün olmayan bir ideali dayatmak, mümkün olanı da ortadan kaldırabilir. Bir kesimin ‘idealleri’ni mutlak ideal olarak görmek de ayrı bir yanlışa zemin hazırlar.(star)