CAN DÜNDAR/MİLLİYET
Çokları gibi ben de hayranlarından biriydim. Filmlerinin hafızamda özel bir yeri vardı.
Ama Sırp milliyetçilerine yaklaşması, Bosna’daki katliama seyirci kalması, hele basına yansıyan şovenist lafları, filmlerinden değilse de kendisinden soğumama yol açmıştı.
Ama (dün Mehveş Evin’in de yazdığı gibi) o laflardan sonra defalarca Türkiye’ye gelmiş, İstanbul’da, Bursa’da etkinlikler düzenlemiş, reklam filmleri çekmiş, kimseden tepki almamıştı.
Niye şimdi “savaş suçlusu” ilan ediliyordu ki?
Şimdi ne oldu ki?
Hem bu soruya cevabını, hem de tepkilere ne diyeceğini merak ediyordum.
Dün buluştuğumuzda Antalya’ya yeni inmiş, otele henüz gelmişti. İsmi üzerine kopan fırtınayı, yolda öğrenmişti.
“Nasıl olur? Daha önce kaç kez geldim Türkiye’ye... Filmlerim gösterildi, beğenildi. Şimdi ne oldu ki” diye hayretini belirtmişti.
Otele gelir gelmez NTV için röportaja girdik.
Kapısında, yanında korumalar vardı. Biraz tedirgin ve sinirli görünüyordu. Daha önce Türkiye dahil hiçbir yerde bu tepkiyi görmediğini söyledi. Röportaj öncesi, bir sanatçıdan çok, bir politikacı gibi muamele görmekten ve kendini savunma durumuna düşmekten rahatsız olduğunu ifade etti.
Gazetelerde kendisiyle ilgili çıkan haberleri gösterdim.
Tercüme etmemi istedi:
“Festivali ikiye böldüğünüzü yazıyorlar” dedim. Kendisine atfedilen sözleri okudum.
“Tamamen fabrikasyon ve kötü propaganda” dedi ve bir saat boyunca, jüri huzurunda kendini savunur gibi konuştu .“Tecavüzler abartılıyor” demedim
Öncelikle kendisine atfedilen hemen bütün sözleri yalanladı.
Bosna’da tecavüze uğrayan kadınlar konusunda “Meseleyi fazla abartıyorsunuz” dememişti.
Savaşın ilk 10 gününde 250 bin ölü olduğu söylenince “Abartılı rakamlar” demişti. Bunu defalarca düzelttiğini söyledi.
Soykırımı öven hiçbir ifade kullanmamıştı; ama “soykırım” sözcüğünü kullanmamaya özen gösteriyordu; “Tıpkı Türklerin ‘Ermeni Soykırımı’ ifadesinden rahatsız olmaları gibi” dedi.
“500 yıl önce zaten hepimiz Sırp ve Müslüman’dık” ifadesini ise yalanlamadı.
“Doğru değil mi? Osmanlı’dan önce öyleydik” dedi.
“Doğduğu yerde, Saraybosna’da kendisinden nefret edilmesine, oraya Hırvatistan’a gidememesine üzülüyor muydu?”
“Hayır!”
Yeni filmini Filistin’de çekiyordu ve evrensel bir sanatçı olarak kendini oraya, o topraklara da ait hissediyordu.
Konuşurken arada Sırp damarı ortaya çıkıyordu.
Kendisini ne olarak tanımladığını sorunca “Damarlarında Hristiyan ve Müslüman kanı dolaşan bir melez” dedi.
Sizin Başbakan el sıkışınca iyi...
Miloseviç’e, Sırp milliyetçilerine yakınlığını hatırlattım:
“Savaşan tüm tarafların şiddet kullanmasına karşı çıktım. Herkes beni kendi safında görmek istediği için bağımsız kalmam, herkesin tepkisini çekti” dedi.
Sonra ekledi:
“Sizin Başbakan da bugün gidip Miloseviç’in partisinden yetkililerle el sıkışıyor. O niye sorun olmuyor?”
Kültür Bakanı’nın da kendisini protesto ederek festivale katılmayacağını hatırlattığımda ise manidar bir soru sordu:
“Hangi okula gitmiş o...? Liseye mi?”
Bu tavrın tamamen siyasi propaganda amacı taşıdığını söyledi. Eleştirileri, tepkileri anlamsız bulduğunu ekledi.
“Sözlerime değil filmlerime bakın”
Sonra unutulmaz filmleri olan “Çingeneler Zamanı”nı, “Yeraltı”nı, “Amerikan Rüyası”nı neden yaptığını uzun uzun anlatıp “Ben bir politikacı değil, sanatçıyım. Sözlerime değil, filmlerime baksınlar. Ne anlatmak istediysem, orada” dedi.
Ben, sanatçıyı ayrı, eserini ayrı değerlendirmeyi çoktan öğrenmiştim zaten...
Başka türlü hemen hiçbir eseri sevemeyeceğimi anlamıştım.
Bu örnekte de coşku ve hırsla konuşan “politikacı Kusturica”, eşsiz bir güzellikle çağını ve ülkesini belgeleyen “yönetmen Kusturica”nın filmlerini gözümden düşürmedi.10 EKİM 2010