12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası...
O dönem askerler medya üzerinde büyük bir baskı uyguluyor. Gazeteler sık sık
kapatılıyor.
Hatta öyle anlar geliyor ki, en alt kademedeki bir başçavuş bile matbaaya gelip
gazete basılırken müdahalede bulunabiliyor.
O dönemde en çok kapatılan gazeteler arasında Cumhuriyet geliyor.
Onu Milliyet izliyor.
Oysa benim çalıştığım gazeteye, yani Hürriyet'e Türkiye genelinde yayındağıtma
veya kapatma yasağı gelmiş değil.
Bir keresinde Marmara Bölgesinde satışı yasaklanmıştı.
Hürriyet Haber Ajansı elemanlarından Ayhan Aydemir'in, çok inandırıcı ve
güvenilir bir kaynaktan aldığı yolsuzluk haberiydi yasaklama nedeni.
Gölcük Askeri Garnizonundaki yüksek rütbeli subayların, hatta hakim ve savcıların
karıştığı bir yolsuzluk iddiasıyla ilgiliydi.
İddianın doğru olması önemli değildi. Konsey karar verdi mi, iş bitiyordu.
Gazeteye baskı gelince, arkadaşımızı da gözaltına alabilirler diye, Aydemir'e “Bir
süre Ankara'dan toz ol” demiştim.
İstanbul'un, yani merkezin talimatıydı bu.
Ne olur, ne olmaz diye önlem almıştık.
O baskılı, karanlık, faili meçhullerin yoğun olduğu, basın özgürlüğünün sıfırlandığı
günler gazeteciler için kabus dolu dönemdi.
Anayasa görüşmelerini izlemek için Hürriyet'in tepe yönetimi özel bir ekip kurmaya
karar vermişti.
Genel Yayın Müdürü rahmetli Çetin Emeç beni İstanbul Merkez'e çağırmıştı.
Kısa bir toplantı yapıldı. Hürriyet tepe kadrosu, askeri rejimin bir an önce sona
ermesi ve demokrasiye daha erken geçilmesi için yayınlara hız ve yön verilmesinden
yanaydı ve bana da TBMM Büro Sorumlusu olarak “herşeyi yazmam gerektiği”
tembihlendi:
“Sen duyduklarını, doğrulattığın herşeyi haber merkezine geç. Biz gerekeni yaparız.
Sorumluluğu da bize ait.”
Hey gidi günler hey...
TBMM'de kulislere girmek yasak.
Danışma Meclisi üyeleriyle görüşmek yasak.
Bizim kulise girmemiz yasak ama milletvekillerinin bizim çalıştığımız alanlara
gelmesi serbest mi bilemiyorum.
Bir gün, genel kuruldaki bir milletvekilini kahve içmeye Hürriyet bürosuna davet
ettim.
Geldi, tanıştık, görüştük.
Bal gibi de yasağı deldik.
Günlerden bir gün.
Yine yoğun Anayasa tartışmalarının yapıldığ anlar.
Ben sanırım Bir Günün Hikayesi için genel kuruldaki tartışmalarla ilgili notları
yazıyordum daktilomda.
Hürriyet'e ayrılmış odanın kapısından laf attı rahmetli Mumcu:
“Kolay gelsin arkadaşlar” dediğinde başımı kaldırdım, ayağa kalkıp büroda
oturmaya davet ettim:
“Ben de bir ara vermiş olayım yazıma. Hadi çay ya da kahve içelim” deyince
koltuğa oturdu.
Mumcu, son derece mütevazi biriydi...
Alçak gönüllüydü ve herkese soğuk gelebilirdi ama dost ve arkadaşlık yapınca son
derece sıcak ve yardımsever bir insan olduğunu hemen anlıyordunuz...
“Oturayım oturmasına da, çok merak ettiğim bir şey var” dedi ve konuşmasını
şöyle sürdürdü:
“Yav, anlayamadığım ve çözemediğim şeylerden biri sansür. Mesela sizin gazetede,
başta sen Bir Günün Hikayesi köşesinde herşey yazıyorsunuz. Keza haberlerinizde
eleştiri dozu yüksek. Ben, senin buradan yazdıklarının binde birini yazsam, yani
eleştirel bir cümle kullansam yazımda, hemen ertesi gün ya yayın yasağı geliyor, ya
da çağrılıyoruz savcılıklara. Devamlı kapatılıyoruz. Ama sizin gazeteyi
kapatmıyorlar. Bunun sırrı ve sihri nedir anlamış değilim”
Ben de haklı olduğunu söyledim.
Ve ekledim:
“Bizden çoookk korkarlar (!)
Birlikte kahkahayı patlattık.
Devamında “Bu dönem de geçecek nasılsa” deyince sözümü kesti:
“Yooo...Askerler bize ve bizim haberlere peşin hükümle yaklaşıyorlar. Sizde siyasi
makale yazan bir tek Oktay Ekşi var. Bir de Ankara haberleri eleştirel biçimde yer
alıyor.”
“Yani?”
“Yanisi şu: Ben yazamadığım haberleri bari sana vereyim de sizin gazete yayınlasın
(!)”
Bu cümle üzerine uzun uzun güldük.
Ben bu zarif öneri (!) karşısında “Her zaman kapımız açık, dükkan senin” dedim
ama lafın gelişi.
Yine kahkahayı patlattık.
Uğur Mumcu, yazılarındaki eleştiri dozunu iyi kullanarak o dönemde elinden geleni
yapıyordu ve yapmaya devam ediyordu.
Tek amaç gazetesinin kapanmamasıydı.
(Devam edecek)